Nazım Hikmet – Kuvayı Milliye Destanı

KUVÂYİ MİLLİYE

Başlangıç

Birinci Bap   

İkinci Bap   

Üçüncü Bap   

Dördüncü Bap   

Beşinci Bap   

Altıncı Bap

Yedinci Bap   

Sekizinci Bap  

 

 

BAŞLANGIÇ

 

ONLAR

 

 

Onlar ki toprakta karınca,


suda balık,


havada kuş kadar


çokturlar;

korkak,

            cesur,


câhil,


hakîm


ve çocukturlar

ve kahreden


yaratan ki onlardır,

destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Onlar ki uyup hainin iğvâsına


sancaklarını elden yere düşürürler

ve düşmanı meydanda koyup


kaçarlar evlerine

ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler

ve yeşil bir ağaç gibi gülen

ve merasimsiz ağlayan

ve ana avrat küfreden ki onlardır,

destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Demir,

         kömür


ve şeker

ve kırmızı bakır

ve mensucat

ve sevda ve zulüm ve hayat

ve bilcümle sanayi kollarının

ve gökyüzü


ve sahra


ve mavi okyanus

ve kederli nehir yollarının,

sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı


bir şafak vakti değişmiş olur,

bir şafak vakti karanlığın kenarından


onlar ağır ellerini toprağa basıp


doğruldukları zaman.

En bilgin aynalara

         en renkli şekilleri aksettiren
onlardır.

Asırda onlar yendi, onlar yenildi.

Çok sözler edildi onlara dair

ve onlar için :

    zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,


denildi.

 

BİRİNCİ BAP

 

YIL 1918-1919

ve

KARAYILAN HİKÂYESİ

 

 

Ateşi ve ihaneti gördük

ve yanan gözlerimizle durduk


bu dünyanın üzerinde.

İstanbul 918 Teşrinlerinde,

İzmir 919 Mayısında

ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :


Mayıs ortalarından


Haziran ortalarına kadar

yani tütün kırma mevsimi,


yani, arpalar biçilip


buğdaya başlanırken


yuvarlandılar…

Adana,

           Antep,


Urfa,


Maraş :


düşmüş


dövüşüyordu…

Ateşi ve ihaneti gördük.

Ve kanlı bankerler pazarında


memleketi Alaman’a satanlar,

yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar

düştüler can kaygusuna

ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından

karanlığa karışarak basıp gittiler.

Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,

en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,


dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,


iki kat soyulmamak için.

Ateşi ve ihaneti gördük.

Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,

Yeşilırmak, Kızılırmak,

Gültepe, Tilbeşar Ovası,


gördü uzun dişli İngiliz’i.

Ve Aksu’yla Köpsu,

Karagöl’le Söğüt Gölü

ve gümüş basamaklı türbesinde yatan


büyük, âşık ölü,

şapkası horoz tüylü İtalyan’ı gördü.

Ve Çukurova,

kıyasıya düzlük,

uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya

ve Seyhan ve Ceyhan

ve kara gözlü Yürük kızı,

gördü mavi üniformalı Fransız’ı.

Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.

Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu

ve ağalar :

Bağdasar Ağa’dan


Kellesi Büyük Mehmet Ağa’ya kadar,

düşmanla birlik oldular.

Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,

gelinlerin ırzına geçip,

çocukları öldürüp

              ve
istiklâli yakıp yıktıkça düşman,

dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan

ve çığ gibi çoğaldı çeteler

ve köylülerden paşalar görüldü,


kara donlu köylülerden.

Ve bizim tarafa geçenler oldu


Tunuslu ve Hindli kölelerden.

Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,

kısık gözleri,


seyrek sakalı,


hafif makinalı tüfeğiyle


dağlarda bir başına dolaştı.

Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü

ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,


ne zaman sıkışsa bizimkiler,

        peyda oluverdi, yerden biter gibi o

ve ateş etti

              ve
düşmanı dağıttı


ve kayboldu dağlarda yine.

Ateşi ve ihaneti gördük.

Dayandık,

dayandık her yanda,

dayandık İzmir’de, Aydın’da,

Adana’da dayandık,

dayandık, Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te.

Antepliler silâhşor olur,

uçan turnayı gözünden

kaçan tavşanı ard ayağından vururlar

ve arap kısrağının üstünde

taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.

Antep sıcak,

             Antep çetin
yerdir.

Antepliler silâhşor olur.

Antepliler yiğit kişilerdir.

Karayılan

           Karayılan olmazdan önce

Antep köylüklerinde ırgattı.

Belki rahatsızdı, belki rahattı,

bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,

yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi

ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.

Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,

onun atı, silâhı, toprağı yoktu.

Boynu yine böyle çöp gibi ince


ve böyle kocaman kafalıydı


Karayılan


Karayılan olmazdan önce.

Düşman Antep’e girince

Antepliler onu

             korkusunu
saklayan


bir fıstık ağacından


alıp indirdiler.

Altına bir at çekip


eline bir mavzer


verdiler.

Antep çetin yerdir.

Kırmızı kayalarda


yeşil kertenkeleler.

Sıcak bulutlar dolaşır havada


ileri geri…

Düşman tutmuştu tepeleri,

düşmanın topu vardı.

Antepliler düz ovada


sıkışmışlardı.

Düşman şarapnel döküyordu,

toprağı kökünden söküyordu.

Düşman tutmuştu tepeleri.

Akan : Antep’in kanıydı.

Düz ovada bir gül fidanıydı


Karayılan’ın


Karayılan olmazdan önceki siperi.

Bu fidan öyle küçük,

korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,

namlıya tek fişek sürmeden


yatıyordu yüzükoyun.

Antep sıcak,

              Antep
çetin yerdir.

Antepliler silâhşor olur.

Antepliler yiğit kişilerdir.

Fakat düşmanın topu vardı.

Ve ne çare, kader,


düz ovayı Antepliler


düşmana bırakacaklardı.

«Karayılan» olmazdan önce


umurunda değildi Karayılan’ın


kıyamete dek düşmana verseler Antep’i.

Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.

Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,

korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

Siperi bir gül fidanıydı onun,

gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun

              ak bir
taşın ardından


kara bir yılan


çıkardı kafasını.

Derisi ışıl ışıl,

             gözleri
ateşten al,


dili çataldı.

Birden bir kurşun gelip


kafasını aldı.

Hayvan devrildi kaldı.

Karayılan

        Karayılan olmazdan önce

kara yılanın encâmını görünce

haykırdı avaz avaz

            ömrünün ilk
düşüncesini .

    «İbret al, deli gönlüm,

      demir sandıkta saklansan bulur seni,

      ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp

bir tarla sıçanı kadar korkak olan,

fırlayıp atlayınca ileri

bir dehşet aldı Anteplileri,


seğirttiler peşince.

Düşmanı tepelerde yediler.

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp

bir tarla sıçanı kadar korkak olana :


KARAYILAN dediler.

«Karayılan der ki : Harbe oturak,

  Kilis yollarından kelle getirek,

  nerde düşman varsa orda bitirek,

  vurun ha yiğitler namus günüdür…»

Ve biz de bunu böylece duyduk

ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen


Karayılan’ı


ve Anteplileri


ve Antep’i


aynen duyup işittiğimiz gibi


destânımızın birinci bâbına koyduk.

 

 

İKİNCİ BAP

 

YIL YİNE 1919

ve

İSTANBUL’UN HÂLİ

ve

ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ

ve

KAMBUR KERİM’İN HİKÂYESİ

 

 

Biz ki İstanbul şehriyiz,

Seferberliği görmüşüz :

Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,

vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi


bir de İttihatçılar,

        bir de uzun konçlu Alman çizmesi


914’ten 18’e kadar


yedi bitirdi bizi.

Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker

erimiş altın pahasında gazyağı

ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular

sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.

Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa


ve süpürge tohumu

ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.

Ve lâkin Tarabya’da, Pötişan’da ve Ada’da Kulüp’te

aktı Ren şarapları su gibi

ve şekerin sahibi

kapladı Miloviç’in yorganına 1000 liralıkları.

Miloviç de beyaz at gibi bir karı.

Bir de sakalı Halife’nin,

bir de Vilhelm’in bıyıkları.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

güzelizdir,

dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.

Öfkeli, büyük bir şair :

«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»


demiş


bize

ve bir başkası,

yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

işte, arzederiz halimizi

       Türk halkının yüce katına.

Mevsim yazdır,

919’dur.

Ve teşrinlerinde geçen yılın

dört düvele teslim ettiler bizi,


gözü kanlı dört düvele


anadan doğma çırılçıplak.

Ve kurumuştu

            ve kan içindeydi
memelerimiz.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan


bir de Yunan,

bir de zavallı Afrika zencileri


yer bitirir bizi bir yandan,

bir yandan da kendi köpek döllerimiz :

Vahdettin Sultan,


ve damadı Ferit

ve İngiliz muhipleri


ve Mandacılar.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

yüce Türk halkı,

malûmun olsun çektiğimiz acılar…

919 Temmuzunun 23’üncü günü

          pek mütevazı bir mektep
salonunda


in’ikad etti Erzurum Kongresi.

Erzurum’un kışı zorludur balam,

tandırında tezek yakar Erzurum,

buz tutar yiğitlerinin bıyığı

ve geceleyin karlı ovada


kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

Erzurum’da kavaklar, balam,

            Erzurum’da kavaklar
tane tane,

kavaklarda tane tane yapraklar.

Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez

            Erzurum’da yaz gelip
de bastı mıydı sıcaklar.

Erzurum’un düzdür, topraktır damı.

Erzurum güzelleri giyer, balam,


incecik ak yünden ehramı.

Yürek boynun büker, balam,


Erzurumlu türkülere.

Halim selimdir Erzurum’un adamı


ve lâkin dönmesin gözü bir kere!…

Erzurum’da on dört gün sürdü Kongre :

orda, mazlum milletlerden bahsedildi


bütün mazlum milletlerden

ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

Orda, bir Şûrayı Millî’den bahsedildi,

İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî’den.

Buna rağmen,

«Âsi gelmiyelim» diyenler vardı,


«makamı hilâfet ve saltanata.»

Hattâ casuslar vardı içerde.

Buna rağmen,

«Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.

«Kabul olunmaz,» denildi,


«Manda ve Himaye…»

Buna rağmen,

İstanbul’da birçok hanımlar, beyler, paşalar,

Türk halkından kesmişlerdi umudu.

Yağdırıldı telgraflar Erzurum’a :

   «Amerikan mandası altına girelim,» diye.

   «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma

     bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,

     birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,

     şu halde, diyorlardı, şu halde,

     Memâliki Osmaniye’nin cümlesine şâmil


Amerikan mandaterliğini talep etmeği


memleketimiz için en nâfi


bir şekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.

Erzurum’un kışı zorludur balam,

buz tutar yiğitlerin bıyığı.

Erzurum’da kaskatı, dimdik ölür adam,


kabullenmez yılgınlığı…

İstanbul’da hanımlar, beyler, paşalar,

tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,

çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri


ve biçare telgraf telleri


devretmek için Amerika’ya Anadolu’yu


şöyle diyorlardı Erzurum’dakilere :

«Bizi bir başımıza bıraksalar,

  tarafgirlik, cehalet

              ve çok
konuşmaktan başka müspet


bir hayat kuramayız.

  İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.

  Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.

  Ne olacak,

  Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,

  sonra Yeni Dünya’nın sayesinde

  İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan


bir Türkiye vücuda geliverir.

  Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına


nasıl bir idare kurduğunu


Avrupa’ya göstermek ister.

  Hem artık işi uzatmağa gelmez.

  Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.

  Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :

  Türkiye’yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»

 

4 Eylül 919’da toplandı Sıvas Kongresi,

ve 8 Eylülde

       Kongrede bu sefer


yine ortaya çıktı Amerikan mandası.

Ak koyunla kara koyunun


geçitte belli olduğu günlerdi o günler.

Ve İstanbul’dan gelen bazı zevat,


sapsarı yılgınlıklarıyla beraber


ve ihanetleriyle birlikte


bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.

Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok


işbu Mister Bravn’a güveniyorlardı.

Bu zevata :

    «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»


denildi.

Fakat ayak diredi efendiler :

        «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği
muhakkak iken,»


dediler,

        «Herhalde bir müzâherete muhtacız
diyorum ben,»


dediler,

        «Hem zaten,»


dediler,

        «birbirine mani şeyler değildir


istiklâl ile manda.

          Ve esasen,»


dediler,

        «müstakil kalamayız böyle bir zamanda.

          Memleket harap,


toprak çorak,


borcumuz 500 milyon,


vâridat ise 15 milyon ancak.

          Ve Allah muhafaza buyursun


İzmir kalsa Yunanistan’da


ve harbetsek,


düşmanımız vapurla asker getirir.

          Biz Erzurum’dan hangi
şimendiferle nakliyat yapabiliriz?

          Mandayı kabul etmeliyiz,
hemen,»


dediler.

        «Onlar dretnot yapıyor,

          biz yelkenli bir gemi
yapamıyoruz.

          Hem, İstanbul’daki Amerikan
dostlarımız :

          Mandamız korkunç değildir,


diyorlar,

          Cemiyeti Akvam nizamnamesine
dahildir,


diyorlar.»

Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul’dan gelen zevat.

Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,

            «Hey gidi deli
gönlüm,»


dedi,

            «Akıllı, umutlu,
sabırlı deli gönlüm,

              ya
İSTİKLAL, ya ölüm!»


dedi.

Kambur Kerim de böyle dedi aynen.

Adapazarlıydı Kambur Kerim.

Seferberlikte ölen babası marangozdu.

Seferberlik denince aklına Kerim’in :

çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,


Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp


kaz gütmek,


mektep kitapları


ve bir de saçları altın gibi sarı


fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.

335’te Kerim Eskişehir’e gitti,


mektebe, teyzelerine ve dayısına.

Dayısı şimendiferde makinistti.

Düşman elindeydi Eskişehir.

Kerim on dört yaşındaydı,

kamburu yoktu.

Dümdüzdü fidan gibi


ve dünyaya meraklı bir çocuktu.

Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi

Kerim’e ekmek vermediğinden teyzeleri

(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)


Hintli askerlerle dost oldu Kerim.

Bunlar

          (şaşılacak şey)


Türkçe bilmeyen

ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,

avuçlarının üstü esmer, içi ak

ve tel örgülerin üzerinden

Kerim’e bisküviti kutularla atan amcalardı.

Kocaman bir ambarları vardı,

Kerim içinde oynardı.

Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,


(şaşılacak şey,


katırların yemesi için)

      ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.

Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim’e :

     «Ambardan silâh çalıp bana getir,

       gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»

Ve ambardan silâh çaldı Kerim :


bir


bir tane daha


beş


on.

Aldattı Hindistanlı dostlarını


zeybekleri daha çok sevdiğinden.

Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,

Kerim geçirdi onları istasyona kadar.

Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp


zeybekler gelince Eskişehir’e

dayısı Kerim’i elinden tutup


verdi onlara.

Ve işte o günden sonra


bugüne kadar


kahraman bir türküdür ömrü Kerim’in.

Eskişehir’den alıp onu

«Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler.

Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi,

sığırtmaç olmayı

              -zaten
bilgisi vardı bunda-

kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,

gizlenmeyi ormanda.

Ve bütün bu marifetleriyle Kerim

kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak

ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak

düşman içinden geçip getirdi haber


götürdü haber.

Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,

bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.

Ve bir fidan gibi düz


bir fidan gibi cesur


bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun

sevinçle oynadığı bu müthiş oyun


sürdü 1337’ye kadar…

Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :

yüksek

         kalın.

Gökyüzü gözükmez.

Durgun bir geceydi.

Hafif yağmur yağmıştı biraz önce.

Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar

karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim’in.

Solda

         ilerde


tepenin eteğinde ateş yanıyordu :

«Tekneciler» diye anılan


gâvur çetelerinin olmalı.

Dallardan damlalar düşüyordu Kerim’in yüzüne.

Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.

İpsiz Recep’in yanından dönüyordu Kerim.

            Kâatlar
götürmüş


kâatlar getiriyor.

Birdenbire durdu beygir,

heykel gibi,

-Tekneciler’in ateşini görmüş olacak-

sonra birdenbire dörtnala kalktı.

Şaşırdı Kerim.

Dizginleri bıraktı.

Sarıldı beygirin boynuna.

Deli gibi gidiyordu hayvan.

Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.

Meşeleri ve gürgenleriyle orman

karanlık  bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.

Kim bilir kaç saat böyle gidildi.

Orman bitti birdenbire.

-Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-

Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman


Armaşa’nın altında Başdeğirmenler’e


beygir ansızın kapaklandı yere,


tekerlendi Kerim.

Doğruldu.

Ve aklına ilk gelen şey


saatına bakmak oldu.

Kırılmıştı camı.

Bindi beygire tekrar.

Hayvan topallıyordu biraz.

Uslu uslu yola koyuldular.

Sol kulağı kanıyordu Kerim’in,

Kirezce’ye geldiler


(Sapanca’yla Arifiye arası),

Kerim durdu,

Biraz zor nefes alıyordu.

Geyve’ye girdi ertesi akşam.

Beli o kadar ağrıyordu ki


inemedi beygirden


indirdiler.

Kerim’i bir yaylıya bindirdiler.

Adapazarı.

Sonra belki on gün, belki on beş,


kağnılar, mekkâre arabaları,

sonra, gitgide daralan nefesi,

Yahşıhan,

              Konya,


Sile nahiyesi


(burda malûl gaziler için


takma kol ve bacak yapılıyordu),

ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta.

Hâlâ rüyalarında görür Kerim


incecik bir yoldan eşekle gelip


üzerine doğru eğilen


bu çiçekbozuğu insan yüzünü.

Usta, ovdu Kerim’i bayıltıncaya kadar.

Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.

Yirmi gün geçti aradan.

Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden


Kerim’i kambur çıkardılar.

ÜÇÜNCÜ BAP

 

YIL 1920

ve

ARHAVELİ İSMAİL’İN HİKÂYESİ

 

 

Ateşi ve ihaneti gördük.

Düşman ordusu yine başladı yürümeğe.

Akhisar, Karacabey,

Bursa ve Bursa’nın doğusunda Aksu,


çarpışarak çekildik…

920’nin

           29 Ağustos’u :


Uşak düştü.

Yaralı

        ve dehşetli kızgın


fakat toprağımızdan emin,


Dumlupınar sırtlarındayız.

Nazilli düştü.

Ateşi ve ihaneti gördük.

Dayandık

            dayanmaktayız.

1920 Şubat, Nisan, Mayıs,

Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı :

İçimizde Hilâfet Ordusu,


Anzavur isyanları.

Ve aynı sıradan,

3 Ekim Konya.

Sabah.

500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş


girdi şehre.

Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.

Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp


ölümlerine giderken

terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.

Ve 29 Aralık Kütahya :

4 top

    ve 1800 atlı bir ihanet


yani Çerkez Ethem,

bir gece vakti

kilim ve halı yüklü katırları,

koyun ve sığır sürülerini önüne katıp


düşmana geçti.

Yürekleri karanlık,

kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,

atları ve kendileri semizdiler…

Ateşi ve ihaneti gördük.

Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.

Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,

inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,

silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.

Beygirler çirkindiler,


bakımsızdılar,

hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.

Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden

sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.

İnsanlar uzun asker kaputluydu,


yalnayaktı insanlar.

İnsanların başında kalpak,


yüreklerinde keder,


yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.

İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.

İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla


köy odalarında unutulmuştular.

Ve orda sargı,


deri


ve asker postalları halinde


yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.

Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden


eğrilip bükülmüştü

ve avuçlarında toprak ve kan vardı.

Ve asker kaçakları,

korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla

karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.

Acıkmıştılar,

merhametsizdiler,

bedbahttılar.

Şosenin ıssız beyazlığına inip

nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor

ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için


deviriyorlardı uçurumlara :

şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.

Ve çok uzak,


çok uzaklardaki İstanbul limanında,

gecenin bu geç vakitlerinde,

kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları :


hürriyet ve ümit,


su ve rüzgârdılar.

Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.

Tekneleri kestane ağacındandı,

üç tondan on tona kadardılar

ve lâkin yelkenlerinin altında


fındık ve tütün getirip


şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.

Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.

Şimdi, denizde bir insan sesinin


ve demirli şileplerin kederlerini

ve Kabataş açıklarında sallanan


saman kayıklarının fenerlerini


peşlerinde bırakıp

ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp


küçük,


kurnaz


ve mağrur


gidiyorlardı Karadeniz’e.

Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki

bunlar

uzun eğri burunlu

ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki

sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin


zaferi için

hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin

bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler…

Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan


baltabaş gemi


İngiliz torpitosudur.

Ve dalgaların üstünde sallanarak


alev alev


yanan :


Şaban Reisin beş tonluk takası.

Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında,

gecenin karanlığında,

dalgalar minare boyundaydılar

ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.

Rüzgar :

        yıldız – poyraz.

Esirlerini bordasına alıp


kayboldu İngiliz torpitosu.

Şaban Reisin teknesi


ateşten diregiyle gömüldü suya.

Arheveli İsmail

              bu ölen
teknedendi.

Ve şimdi

Kerempe Fenerinin açığında,

batan teknenin kayığında

emanetiyle tek başınadır,

fakat yalnız değil :


rüzgârın,


bulutların


ve dalgaların kalabalığı,

İsmail’in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.

Arheveli İsmail

              kendi
kendine sordu :

«Emanetimizle varabilecek miyiz?»

Kendine cevap verdi :

«Varmamış olmaz.»

Gece, Tophane rıhtımında

Kamacı ustası Bekir Usta ona :

«Evlâdım İsmail,» dedi,

«hiç kimseye değil,» dedi,


«bu, sana emanettir.»

Ve Kerempe Fenerinde

düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,

İsmail, reisinden izin isteyip,


«Şaban Reis,» deyip,


«emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip


atladı takanın patalyasına,


açıldı.

«Allah büyük

  ama kayık küçük» demiş Yahudi.

İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,


bir sağnak daha,


peşinden üç-kardeşler.

Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer


alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.

Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor :

Sıvastopol’a giden bir geminin


sancak feneri.

Elleri kanayarak


çekiyor İsmail kürekleri.

İsmail rahattır.

Kavgadan


ve emanetinden başka her şeyin haricinde,

İsmail unsurunun içinde.

Emanet :

           bir ağır makinalı
tüfektir.

Ve İsmail’in gözü tutmazsa liman reislerini


ta Ankara’ya kadar gidip


onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor.

Belki karayel gösterecek.

En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.

Fakat İsmail


ellerine güvenir.

O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini

ve Kemeraltı’nda Fotika’nın memesini


aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.

Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr

bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi


düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.

Dalgalar bir müddet daha

yuvarlandılar teknenin altında

sonra deniz dümdüz


ve simsiyah


durdu.

İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.

Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.

Bir ürperme geldi İsmail’in içine.

Ve bir balık gibi ürkerek,

bir sandal

bir çift kürek

ve durgun

           ölü bir deniz şeklinde
gördü yalnızlığı.

Ve birdenbire

             öyle kahrolup
duydu ki insansızlığı


yıldı elleri,


yüklendi küreklere,


kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.

Artık hiçbir şey mümkün değil.

Kaldı ölü bir denizin ortasında


kanayan elleri ve emanetiyle İsmail.

İlkönce küfretti.

Sonra, «elham» okumak geldi içinden.

Sonra, güldü,

           eğilip okşadı mübarek
emaneti.

Sonra…

Sonra, malûm olmadı insanlara

Arhaveli İsmail’in âkıbeti…

 

DÖRDÜNCÜ BAP

 

NURETTİN EŞFAK’IN BİR MEKTUBU

ve

BİR ŞİİRİ

 

 

Kardeşim,

sana bu mektubu Ankara’da Kuyulu kahvede yazıyorum.

Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon


kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,

Dışarda yağmur…

Mektepten istifa ettim.

Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.

Çocuklarımıza Türkçe okutmak,

öğretmek, sevdirmek onlara


dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,


kendi dillerini,


güzel şey,


büyük şey.

Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede


daha büyük


daha güzel.

Biliyorum :

            iş bölümünden
bahsedeceksin.

Fakat, Ankara’da çocuklara ders vermek,

bozkırda ateş hattına girmek


haksız ve hazin


bir iş bölümü.

Öyle günlerde yaşıyoruz ki

ben bir iş yapabildim diyebilmek için :

hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.

Bak, tam sana bunları yazarken

asker geçiyor sokaktan ;

yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak

Meclis’in önüne doğru iniyorlar,


İstasyona gidecekler.

Ve türkü  söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,


sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü :


«Ankara’nın taşına bak,


gözlerimin yaşına bak…»

Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun.

Tıraşları uzamış biraz.

Elleri büyük ve esmer.

Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.

Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma.

Başka türlü anlıyorum ben Yunus’u :

Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü :


öte dünyaya dair değil,


bu dünyaya dair kaygılarıyla…

Bir şiir yazdım,

garip bir şiir,

«Türk Köylüsü» diye.

Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak?

Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.

 


Kardeşin


Nurettin Eşfak

 

 

 

 

 

TÜRK KÖYLÜSÜ

Topraktan öğrenip


kitapsız bilendir.

Hoca Nasreddin gibi ağlayan


Bayburtlu Zihni gibi gülendir.

Ferhad’dır


Kerem’dir


ve Keloğlan’dır.

Yol görünür onun garip serine,

analar, babalar umudu keser,

kahbe felek ona eder oyunu.

Çarşambayı sel alır,

bir yâr sever


el alır,

kanadı kırılır


çöllerde kalır,

ölmeden mezara koyarlar onu.

O, «Yûnusû biçâredir

       Baştan ayağa yâredir»,

ağu içer su yerine.

Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine

ve bir kerre vakterişip


«-Gayrık yeter!…»


demesinler.

Bunu bir dediler mi,

«İsrâfil sûrunu urur,

           mahlûkat yerinden
durur»,

toprağın nabzı başlar


onun nabızlarında atmağa.

Ne kendi nefsini korur,


ne düşmanı kayırır,

«Dağları yırtıp ayırır,

  kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa…»

 

BEŞİNCİ BAP

 

920’NİN 16 MARTI

ve

MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ

ve

REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET’İN HİKÂYESİ

 

 

 

«Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul
felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık.
İstanbul’da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir
zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki
cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara’da bulunan telin İstanbul’da
bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki
hükmetmek caiz olur mu?»

(Nutuk, s. 295, Devlet Basımevi, İstanbul 1938)

 

 

920’nin 16 Martı.

Öğleden evvel

saat onda

makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara’daki :

    «Der-aliye 16/3/1920.

      İngilizler bastı bu sabah


Şehzadebaşı’ndaki Muzika karakolunu.

      Müsademe edildi.

      İşgal altına alıyorlar İstanbul’u şimdi.

      Berâyi malûmat arzolunur.


Manastırlı Hamdi.»

920’nin 16 Martı.

Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara’yı :

    «Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri.

      Şimdi işte

      İngiliz askerleri giriyorlar nezarete.

      İşte giriyorlar içeri.

      Nizamiye kapısına.

      Teli kes.

      İngilizler burdadır.»

920’nin 16 Martı.

Manastırlı Hamdi Efendi


buldu Ankara’dakini tekrar :

    «Paşa hazretleri,

      Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye
askeri

      Tophane’yi de işgal ediyorlar bir taraftan,

      bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor.

      Vaziyet vehamet kesbediyor efendim.

      Paşa hazretleri,

      Emri devletlerine muntazırım.


16 Mart 1920


Hamdi»

 

920’nin 16 Martı.

Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi :

    «Sabah bizim asker uykuda iken

      İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken

      askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe
başlıyor.

      Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup

      İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp

      Beyoğlu ve Tophane’yi işgal edip.

      İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok.

      İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler.

      Kovmuşlar.

      Burası da işgal olunacaktır bir saata kadar.

      Şimdi haber aldım efendim.»

920’nin 16 Martı

uykuda kesti kâfir üçümüzü,

kurşuna dizdi kâfir ikimizi.

İngiliz’in hepsi değil domuzu

Sabaha karşı aldı canımızı.

920’nin 16 Martı

basıldı Vezneciler’de karargâh.

Uyan be tosunum uyan.

Üçümüzü uykuda kesti kâfir,

üçümüz : Abdullah çavuş, Şarkışla’dan Osman,


bir de Zileli Abdülkadir.

920’nin 16 Martı

Bozdoğan Kemeri’nde

kurşuna dizdi kâfir ikimizi.

Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,

Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.

920’nin 16 Martı

uykuda kesti kâfir üçümüzü.

Soktu Osman’ın karnına kasaturayı,

bastı göğsüne kâfirin dizi.

Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş.

Doymadı dünyasına Abdülkadir.

Üçümüzü uykuda kesti kâfir,

kurşuna dizdi ikimizi.

920’nin 16 Mart sabahı,

karakolun karşısında

          bırakmadım elimden silâhı,

          yere serdim iki İngiliz’i.

Senin ırzını kurtardım İstanbul’um,

Sana can feda çakır gözlü gülüm.

Üçümüzü uykuda kesti kâfir,

kurşuna dizdi ikimizi.

Şimdi üçümüz :

Abdullah ve Osman ve Abdülkadir,

taşları yan yana yatar Eyüp’te.

Arama, bulamazsın ikimizin kabrini,

belki maşrıkta, belki mağripte,

biz de bilemeyiz yerini.

 

Uykuda kestiler üçümüzü,

kurşuna dizdiler ikimizi,

Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,

Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.

Bir de altıncımız var,

kara kaytan bıyıklı bir şehit,

son mekânı şöyle dursun,

              adını
da bilen yok…

ALTINCI BAP

 

MUHAREBELER

ve

DÜŞMAN ELİNDE KALANLAR

ve

KARTALLI KÂZIM’IN HİKÂYESİ

 

 

İnönü meydanı, yavrum,

rüzgâr,

soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.

Zemheriler bitti diyelim,

              hamsin
ya başladı, ya başlıyor.

Muharebe beş gün beş gece sürdü.

Kan gövdeyi götürdü.

Ve nihayetinde

düşmanlar karın üstünde


top arabaları, sandıklar dolusu konyak,


altı kamyon bıraktılar.

Sonra, kaçarlarken, yavrum,


köyleri, köprüleri yaktılar…

Bu, Birinci İnönü,

sonra ikincisi :

23 Mart 1921 günü

düşmanın Bursa ve Uşak grupları üstümüze yürüyor.

Onlarda, topçu ve piyade


bizden üç kere fazla,

bizim atlımız çok.

Atların makanizması,


hartucu,


namlusu yoktur

ve kılıç

          çıplak, ucuz bir demirdir.

26 Mart :

Akşam.

Sağ cenah ilerimize yanaştılar.

27 Mart :

Bütün cephelerde temas.

28, 29, 30 :

Kavgaya devam.

Ve Martın 31’inci gecesinde,


(ayışığı var mıydı bilmiyorum)

İnönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.

Ve ertesi gün


1 Nisan :


Metristepe aydınlanıyor.

Saat altı otuz.

Bozöyük yanıyor.

Düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.

Sonra, 8 Nisandan 11 Nisana kadar :

Dumlupınar.

Sonra, Haziran.

Bir yaz gecesi.

Dünyada yalnız pırıltılar


ve böceklerin sesi.

Sakarya’yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.

Basarak aldık


Adapazarı’nı.

Ve dolaşıp Sapanca Gölü’nün sazlıklarını

            yanaştık İzmit’in
doğusunda çuha fabrikasına.

Düşman,

kısmen gemilere binerek


denizden

ve kısmen


Karamürsel üzerinden


Bursa’ya çekilip


boşalttı İzmit şehrini gece yarısı.

Sonra 23 Ağustos :

Sakarya melhamei kübrâsı ki

devamı 13 Eylül gününe kadardır.

Bizim kırk bin piyademiz,


dört bin beş yüz atlımız,

düşmanın seksen sekiz bin piyadesi,


üç yüz topu vardır.

Harp meydanının kuzey yanı


Sakarya


ve dağlardır :

keskin

        ve dik yamaçlarıyla

ve kireçli toprakları

       ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak

haşin

        ve münzevi çam ağaçlarıyla


Abdülselâm-dağı,


Gökler-dağı,


dağlar.

Ve Sakarya’dan bu havalide

yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.

Ankara suyunun döküldüğü yerden


Eskişehir kuzeybatısına kadar

Sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.

Güneyde

        ve güneydoğuda

        yapraksız ve hazin


geniş ve uzun

ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan


ölmek arzusu veren


Cihanbeyli ovası :


çöl…

Bu çölün,

            bu dağların,


bu nehrin ve bizim önümüzde

yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp

düşman ordusu ric’ata mecbur kaldı.

Buna rağmen :

Sene 1922

         ve 15 vilâyet ve sancak


ve 9 büyük şehir


düşman elindedir.

İnanılmaz şeyler düşmandadır ki


bunların arasında :

7 göl, 11 nehir

ve köklerinde baltamızın yarası

        ve yangınlarıyla bizim olan


yüz kere yüz bin dönüm orman,

bir tersane, iki silâh fabrikası,

ve 19 körfez ve liman ki

       belki birçoğunun

            rıhtımı,


mendireği,


kırmızı, yeşil fenerleri yoktur

ve belki sularında

           ateş kayıklarının
ışıltısından başka ışık yanmadı,

fakat onlar

        tahta iskeleleri ve kederli
balıkçılarıyla bizimdiler.

Sonra, 3 deniz,

           6 kol tren hattı,

sonra, göz alabildiğine yol :

sılaya gittiğimiz,

gurbette göründüğümüz

ve neden

          ve niçin olduğunu sormadan

çöle, Çanakkale’ye,


ölüme gittiğimiz yol

ve sonra toprak

ve o toprağın insanları :

Uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,

klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur


Manisa’lı saraçlar,

yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar

ve kurnaz

           ve cesur


ve ağırbaşlı ve çapkın


ve kütleleriyle delikanlı


İstanbul ve İzmir işçileri

ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân,

kıl çadırlı yürükleri Aydın’ın,

ve sonra, ırgat,


ortakçı,


maraba,

davarlı ve davarsız,

yarım meşin çizmeli

              ve ham
çarıklı köylüler.

15 vilâyet ve sancak

        ve 9 büyük şehir

            düşman elindedir.

Mehtaplı bir gece,

gümüş bir kutunun içindesin :

          ortalık öyle bir tuhaf
aydınlık, öyle ıssız.

Ya çok seslidir

         ya hiç ses vermez mehtaplı gece
zaten.

Yatıyor filintasının arkasında Kartallı Kâzım.

Kız gibi Osmanlı filintası.

Parlıyor arpacık


namlının ucunda :

yüz yıllık yoldaymış gibi uzak


ve bir damlacık.

Kâzım emir aldı merkezden :

Gebze’deki İngiliz’in tercümanı vurulacak.

Köylerde teşkilât kurmuş tercüman Mansur :


satıyor bizimkileri.

Kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri.

İşte sökün etti Mansur karşıdan :


beygirin üzerinde.

Beygir yüksek,


İngiliz kadanası.

Kendi halinde yürüyor hayvan


ortasında demiryolunun


sallana sallana,


ağır ağır.

Tercüman herhalde bırakmış dizginleri,


başı sallanıyor,


belki de uyuyor üzerinde beygirin.

Yaklaştıkça büyüyor herif.

Zaten mehtapta heybetli görünür insan.

Arada kaldı kalmadı dört yüz adım,

namlıyı kaldırdı birazcık Kâzım,

nişan aldı sallanan başına Mansur’un.

Soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü.

Bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan,

             -ağaç
çınar-.

Kuş ürkmüş olacak.

Çevrildi Kâzım’ın başı kuşun uçtuğu yana,


mehtapla yüz yüze geldiler.


Mehtap koskocaman,


desdeğirmi,


bembeyaz.


Ve Kâzım’ın gözünü aldı âdeta.

Zaten bu yüzden,

tekrar göz, gez, arpacık


ve filintayı ateşlediği zaman

ilk kurşun Mansur’un başını delecek yerde


galiba omuzuna girdi.

Herif  «Hınk» dedi bir,

beygirin başını çevirdi


dörtnal kaçıyor.

Yetiştirdi ikinci kurşunu Kâzım.

Beygirin üstünde sola yıkıldı Mansur.

Üçüncü kurşun.

Tercüman düştü beygirden.

Fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış,


sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz,

sonra kurtuldu ki ayağı


yıkılıp kaldı olduğu yerde.

Yamaca sardı beygir.

Kalktı Kâzım,


yürüdü Mansur’a doğru,

üzerinden kâatları alacak.

Arada dört telgraf direği yalnız,


ellişerden iki yüz metre eder.

Mansur doğruldu ansızın,


kaçıyor bayır aşağı.

Filintayı omuzladı Kâzım.

Dördüncü kurşun.

Yıkıldı herif.

Koştu Kâzım.

Doğruldu yine Mansur.

Yürüyor sarhoş gibi sallanarak,


kaçmıyor artık,


yürüyor.

Kâzım da bıraktı koşmayı.

Deniz kıyısına indiler.

Orda boş bir fabrika var,

bir de beyaz bir ev,

tahta iskelesi iner denizin içine kadar.

Mansur suya giriyor,

kâatlar ıslanacak.

Beşinci kurşunu yaktı Kâzım.

Suya düşüp kaldı önde giden

ve Kâzım tazelerken şarjörü

bir ışık yandı beyaz evde,


bir pencere açıldı.

Galiba bir kadın baktı dışarıya..

Boğazlanıyormuş gibi bağırdı Mansur.

Pencere kapandı,

ışık söndü.

Tercüman attı kendini tahta iskeleye.

Art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor.

Hay anasını,

ay da denize düşmüş

toplanıp dağılıyor,


dağılıp toplanıyor.

Velhasıl,

lâfı uzatmıyalım,

Mansur’un işini bıçakla bitirdi Kâzım.

Kâatlar kan içindeydi.

Fakat kan kapatmıyor yazıyı…

Namussuzun biriydi Mansur,


muhakkak.

Düşmana satılmıştı,


orası öyle.

Kaç kişinin başını yedi,


malûm.

Ama ne de olsa

mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.

Demek istediğim,

böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp

ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit


üzüntü çekmemek için,


ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,


yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,

Kâzım’ınki taştan değildi çok şükür,


fakat namuslu.

Ne malûm? dersen :

Dövüştü pir aşkına,

yaralandı birkaç kere

ve saire.

Ve kavga bittiği zaman

ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.

Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı,


kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan…

YEDİNCİ BAP

 

922 AĞUSTOS AYI

ve

KADINLARIMIZ

ve

6 AĞUSTOS EMRİ

ve

BİR ÂLETLE BİR İNSANIN HİKÂYESİ

 

 

Ayın altında kağnılar gidiyordu.

Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.

Toprak öyle bitip tükenmez,

dağlar öyle uzakta,

sanki gidenler hiçbir zaman


hiçbir menzile erişmiyecekti.

Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.

Ve onlar

             ayın altında
dönen ilk tekerlekti.

Ayın altında öküzler

başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi


ufacık, kısacıktılar,

ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında

ve ayakları altından akan


toprak,


toprak


ve topraktı.

Gece aydınlık ve sıcak

ve kağnılarda tahta yataklarında

koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.

Ve kadınlar

birbirlerinden gizliyerek

bakıyorlardı ayın altında

geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.

Ve kadınlar,

bizim kadınlarımız :

korkunç ve mübarek elleri,

              ince,
küçük çeneleri, kocaman gözleriyle


anamız, avradımız, yârimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri


öküzümüzden sonra gelen

ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız

ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki

ve karasabana koşulan

ve ağıllarda

ışıltısında yere saplı bıçakların

oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan


kadınlar,


bizim kadınlarımız

şimdi ayın altında

kağnıların ve hartuçların peşinde

harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi

aynı yürek ferahlığı,

aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.

Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde


ince boyunlu çocuklar uyuyordu.

Ve ayın altında kağnılar


yürüyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.

«6 Ağustos emri» verilmiştir.

Birinci ve İkinci ordular, kıt’aları, kağnıları, süvari alaylarıyla

yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.

98956 tüfek,


325 top,


5 tayyare,

2800 küsur mitralyöz,

2500 küsur kılıç

ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği

ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz


kımıldanıyordu gecenin içinde.

Gecenin içinde toprak.

Gecenin içinde rüzgâr.

Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,


gecenin içinde :

       insanlar, âletler ve hayvanlar,

demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,

korkunç

            ve sessiz
emniyetlerini


birbirlerine sokulmakta bulup,

kocaman, yorgun ayakları,


topraklı elleriyle yürüyorlardı.

Ve onların arasında

Birinci Ordu İkinci Nakliye Taburu’ndan


İstanbullu şoför Ahmet


ve onun kamyoneti vardı.

Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :

İhtiyar,

          cesur,


inatçı ve şirret.

Kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine

şasinin altına, dingilin üzerine

budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen

ve kalb ağrılarıyla

ve on kilometrede bir

karanlığa yaslanıp durduğu halde

ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken

şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu :

«6 Ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından

«… ihzar ve teşkil edilmiş bulunan

ve cem’an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan

100 kadar serî otomobil…» diye bahsediliyordu.

İhzar ve teşkil olunanlar,


bu meyanda Ahmet’in kamyoneti,

insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip

Afyon – Ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.

Ahmet’in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.

Bu şarkı nihaventtir

ve beyaz tenteli sandalları,


siyah mavnaları,


güneşli karpuz kabuklarıyla


bir deniz kıyısındadır şehir.

Vantilâtörde adedi devir


düşüyor gibi.

Arkadaşlar ileri geçtiler.

Ay battı.

Manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,

çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip Bücür’ü,

kalk,

sıra servilerin önünden yürü,

çeşmeyi geç,

mektep bahçesi, medreseler,

orda, Harbiye Nezareti’nin arka duvarında

siyah çarşaflı bir kadın

çömelip yere

darı serper güvercinlere

ve papelciler

şemsiye üstünde papaz açarlar.

Motor mızıkçılık ediyor,

bizi dağ başlarında bırakacak meret.

Ne diyorduk oğlum Ahmet?

Dökmeciler sağda kalır,

derken, Uzunçarşı’ya saparken,

köşede, sol kolda seyyar kitapçı :


«Hikâyei Billûr Köşk»,


altı cilt «Tarihi Cevdet»


ve «Fenni Tabâhat».

Tabâhat, mutfaktan gelirmiş,

yani yemek pişirmek.

Hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.

Yaldızlı kuyruğundan tutup

bir salkım üzüm gibi yersin.

İlerde bir süvari kolu gidiyor,


saptılar sola.

Uzunçarşı’yı dikine inersin.

Sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.

Ve sen İstanbullu,

sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan

şaşarsın İstanbullulara :

ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.

Rüstem Paşa Camii.

Urgancılar.

Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi

ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar

urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.

Zindankapı, Babacafer.

Uzakta Balıkpazarı.

Kuruyemişçiler.

Yemiş iskelesindeyiz :


sandalları, mavnaları,


güneşli karpuz kabuklarıyla


yüzüne hasret kaldığım deniz.

Sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?

İnip

baksam…

Yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip

Eyüp’te Niyet Kuyusu’na gittikti.

Elleri yumuk yumuk,

bacakları biraz çarpıktı ama,

yeşil zeytin tanesi gibi gözler.

Kaşları da hilâl gibi çekikti.

Tam Kasımpaşa’ya yaklaştık, beyaz başörtüsü…

Lastik hava kaçırıyor.

Derdine deva bulmazsak eğer…

Dur bakalım Babacafer…

Üç numrolu kamyonet durdu.

Karanlık.

Kriko.

Pompa.

Eller.

Küfreden ve küfrettiğine kızan elleri

lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken

Ahmet hatırladı :

bir gece nüzüllü babaannesini


sedirden sedire taşırken


kadıncağız…

İç lastik boydan boya patladı.

Yedek?

Yok.

Dağlarda avaz avaz


imdat istemek?

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,

sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.

Hem, hani bir koyun varmış,


kendi bacağından asılan bir koyun.

Süleymaniyeli şoför Ahmet


soyun…

Soyundu.

Ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak


ve kırmızı kuşak,

Ahmet’i postallarının üstünde çırılçıplak


bırakarak


dış lastiğin içine girdiler,


şişirdiler.

Bu şarkı nihaventtir.

Deniz kıyısında bir şehir…

Beyaz başörtüsü…

Saatta elli yapıyoruz…

Dayan ömrümün törpüsü,

dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmet’i,

dayan arslan…

Hiçbir zaman

            böyle merhametli
bir ümitle sevmedi


hiçbir insan


hiçbir âleti…

SEKİZİNCİ BAP

 

26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR

İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR

ve

İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ’E

BAKAN NEFER

 

 

Saat 2.30.

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,

ne ağaç, ne kuş sesi,


ne toprak kokusu vardır.

Gündüz güneşin,


gece yıldızların altında kayalardır.

Ve şimdi gece olduğu için

ve dünya karanlıkta daha bizim,


daha yakın,


daha küçük kaldığı için

ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten


evimize, aşkımıza ve kendimize dair


sesler geldiği için

kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi

okşayarak gülümseyen bıyığını


seyrediyordu Kocatepe’den


dünyanın en yıldızlı karanlığını.

Düşman üç saatlik yerdedir

ve Hıdırlık-tepesi olmasa

        Afyonkarahisar şehrinin ışıkları
gözükecek.

Küzeydoğuda Güzelim-dağları

ve dağlarda tek


tek


ateşler yanıyor.

Ovada Akarçay bir pırıltı halinde

ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde


şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :

Akarçay belki bir akar su,


belki bir ırmak,


belki küçücük bir nehirdir.

Akarçay Dereboğazı’nda değirmenleri çevirip


ve kılçıksız yılan balıklarıyla


Yedişehitler kayasının gölgesine girip


çıkar.

Ve kocaman çiçekleri eflâtun


kırmızı


beyaz

ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki


haşhaşların arasından akar.

Ve Afyon önünde


Altıgözler Köprüsü’nün altından


gündoğuya dönerek

ve Konya tren hattına rastlayıp yolda

Büyükçobanlar Köyü’nü solda


ve Kızılkilise’yi sağda bırakıp


gider.

Düşündü birdenbire kayalardaki adam

kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.

Kim bilir onlar ne kadar büyük,


ne kadar uzundular?

Birçoğunun adını bilmiyordu,

yalnız, Yunan’dan önce ve Seferberlik’ten evvel

Selimşahlar Çiftliği’nde ırgatlık ederken Manisa’da


geçerdi Gediz’in sularını başı dönerek.

Dağlarda tek


tek


ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden

        güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saatı sordu.

Paşalar : «Üç,» dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlıyacaktı.

Saat 3.30.

Halimur – Ayvalı hattı üzerinde


manga mevziindedir.

İzmirli Ali Onbaşı

(kendisi tornacıdır)

karanlıkta gözyordamıyla

         sanki onları bir daha görmiyecekmiş
gibi

              baktı
manga efradına birer birer :

Sağda birinci nefer


sarışındı.

İkinci esmer.

Üçüncü kekemeydi

fakat bölükte

             yoktu onun
üstüne şarkı söyliyen.

Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.

Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı


tezkere alıp Urfa’ya girdiği akşam.

Altıncı,

inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,

memlekette toprağını ve tek öküzünü

ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için

kardeşleri onu mahkemeye verdiler

ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için


ona «Deli Erzurumlu» derdiler.

Yedinci, Mehmet oğlu Osman’dı.

Çanakkale’de, İnönü’nde, Sakarya’da yaralandı

ve gözünü kırpmadan


daha bir hayli yara alabilir,

yine de dimdik ayakta kalabilir.

Sekizinci,


İbrahim,


korkmıyacaktı bu kadar

bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp


birbirine böyle vurmasalar.

Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :

tavşan korktuğu için kaçmaz


kaçtığı için korkar.

Saat 4.

Ağzıkara – Söğütlüdere mıntıkası.

On ikinci Piyade Fırkası.

Gözler karanlıkta, uzakta.

Eller yakında, makanizmalar üzerinde.

Herkes yerli yerinde.

Tabur imamı

mevzideki biricik silâhsız adam :


ölülerin adamı,

kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,

durdu boyun büküp


el kavuşturup


sabah namazına.

İçi rahattır.

Cennet, ebedî bir istirahattır.

Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,

meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir


Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

Saat 4.45.

Sandıklı civarı.

Köyler.

Sarkık, siyah bıyıklı süvari,

çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.

Çukurova beygiri


kuyruğunu karanlığa vuruyordu :


dizkapaklarında kan,


kantarmasında köpük…

İkinci Süvari Fırkası’ndan Dördüncü Bölük,

atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.

Geride, köylerde bir horoz öttü.

Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari


ellerinin tersiyle yüzünü örttü.

Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan


bir başka horoz vardır :

baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.

Düşmanlar herhal onu çoktan kesip


çorbasını yapmışlardır…

Saat beşe on var.

Kırk dakka sonra şafak


sökecek.

«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».

Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe güneyinde,

On beşinci Piyade Fırkası’ndan iki ihtiyat zabiti

ve onların genci, uzunu,

Darülmuallimin mezunu


Nurettin Eşfak,

mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak


konuşuyor :

        -Bizim İstiklâl Marşı’nda aksıyan bir
taraf var,

        bilmem ki, nasıl anlatsam,

        Âkif, inanmış adam,

        fakat onun, ben,


inandıklarının hepsine inanmıyorum.

        Meselâ, bakın :

        «Gelecektir sana vaadettiği günler
Hakkın.»

        Hayır,

        gelecek günler için


gökten âyet inmedi bize.

        Onu biz, kendimiz


vaadettik kendimize.

        Bir şarkı istiyorum


zaferden sonrasına dair.

        «Kim bilir belki yarın…»

Saat beşe beş var.

Dağlar aydınlanıyor.

Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.

Gün ağardı ağaracak.

Kokusu tütmeğe başladı :


Anadolu toprağı uyanıyor.

Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp

ve pırıltılar görüp

ve çok uzak

çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak

bir müthiş ve mukaddes mâcereda,

ön safta, en ön sırada,

şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülâzımı Hasan’ın


yaşı yirmi birdi.

Kumral başını gökyüzüne çevirdi,


kalktı ayağa.

Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.

Şimdi bir hamlede o kadar büyük,


öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki

bütün ömrünü ve hâtırasını


ve yedi buçukluk bataryasını


ağlanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbaşı sordu :

– Saat kaç?

– Beş.

– Yarım saat sonra demek…

98956 tüfek

ve şoför Ahmet’in üç numrolu kamyonetinden

yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,

bütün âletleriyle

ve vatan uğrunda,

yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle

Birinci ve İkinci ordular


baskına hazırdılar.

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,


beygirinin yanında duran


sarkık, siyah bıyıklı süvari


kısa çizmeleriyle atladı atına.

Nurettin Eşfak


baktı saatına :

– Beş otuz…

Ve başladı topçu ateşiyle


ve fecirle birlikte büyük taarruz…

Sonra.

Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.

Bunlar :

           Karahisar güneyinde 50


ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra.

Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik


Aslıhanlar civarında


30 Ağustosa kadar.

Sonra.

Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.

Esirler arasında General Trikopis :

Alaturka sopa yemiş bir temiz

ve sırmaları kopuk frenk uşağı…

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak’ın ayağı.

Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»

Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,


buraya gönderenler öldürdü seni…»

Sonra.

Sonra, 31 Ağustos günü


ordularımız İzmir’e doğru yürürken

serseri bir kurşunla vurulan


Deli Erzurumluydu.

Devrildi.

Kürek kemikleri altında toprağı duydu.

Baktı yukarı,

baktı karşıya.

Gözler hayretle yandılar :

önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları


her seferkinden kocamandılar.

Ve bu postallar daha bir hayli zaman

üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından

seyredip güneşli gökyüzünü

ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.

Sonra…

Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden

ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden


yüzlerini toprağa döndüler…

Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.

Kan içindeydi yüzü gözü.

Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.

Kaçanı kovalamıyordu yalnız


ulaşmak da istiyordu bir yerlere

ve sadece kahretmiyor


yaratıyordu da.

Ve kılıçların,


nalların,


ellerin


ve gözlerin pırıltısı


ardarda çakan aydınlık bir bütündü.

Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü

ve şu türküyü duydu :

        «Dörtnala gelip Uzak Asya’dan

          Akdeniz’e bir kısrak başı
gibi uzanan


bu memleket bizim.

          Bilekler kan içinde, dişler
kenetli, ayaklar çıplak

          ve ipek bir halıya benziyen
toprak,


bu cehennem, bu cennet bizim.

          Kapansın el kapıları, bir
daha açılmasın,

          yok edin insanın insana
kulluğunu,


bu dâvet bizim…

          Yaşamak bir ağaç gibi tek
ve hür

          ve bir orman gibi
kardeşçesine,

          bu hasret bizim…»>

Sonra.

Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik

ve Kayserili bir nefer

yanan şehrin kızıltısı içinden gelip

öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,

Güneyden Kuzeye,

Doğudan Batıya,

Türk halkıyla beraber

seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i.

Ve biz de burda bitirdik destanımızı.

Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,

Türk halkı bağışlasın bizi,

onlar ki toprakta karınca,


suda balık,


havada kuş kadar


çokturlar;

korkak,

            cesur,


câhil,


hakîm


ve çocukturlar

ve kahreden


yaratan ki onlardır,

kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır…

 

 

 

Nâzım HİKMET

 


939 İstanbul Tevkifanesi,


940 Çankırı Hapisanesi,


941 Bursa Hapisanesi.

 

 

 

 

Print Friendly, PDF & Email

Leave a Reply