Ya yeni bir Atatürk daha gelecek ya da tarihe allahaısmarladık diyeceğiz – Prof. Ali Mehmet Celâl Şengör kitabı “Dahi Diktatör”
Aydınlık gazetesinin bu haftaki kitap eki Prof. Ali Mehmet Celâl Şengör’le yeni kitabı “Dahi Diktatör” üzerine konuştu.
21 Kasım 2014 Cuma 11:56
İşte Haldun Çubukçu ve Damla Yazıcı’nın Şengör ile yaptığı o söyleşi:
Şengör’ün evine giderken bizler için unutulmaz bir röportaj olacağının farkındaydık, öyle de oldu. Bir eve mi girmiştik yoksa müthiş etkileyicilikte bir kütüphaneye mi? Yerbilim ve tektonik dallarındaki çalışmaları ile dünyaca ün yapan, akademik başarı ve ünvanları saymakla sonu alınmayacak gibi olan Prof. A. M. Celal Şengör’ün Atatürk üzerine yazdığı “Dahi Diktatör” kitabı geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Kışkırtıcı bir başlık kullanmıştı. Şengör’ün Atatürk hakkında söyleyecekleri oldukça merak uyandırıyordu. Çok tartışılacak ve tartışılması da gerekli nice şey söylediği röportajımızın ilk bölümünü sunuyoruz.
Çünkü dışarıyı görmek istemiyorum. O güzel manzaranın gün ve gün nasıl mahvedildiğini görüyorum.
Alanınızda, dünya çapında saygın bir yerbilimcisisiniz, peki niye böyle sosyolojik bir tarih kitabı yazmaya gerek duydunuz?
Efendim ben bu kitabı yazmaya gerek duymadım, bu kitap bir sohbetin sonunda ortaya çıktı. Ben başından beri Atatürk’le çok yakından ilgileniyorum. Bunun iki sebebi var; birincisi benim bir asker geçmişim var, ikincisi ailemde çok büyük bir Atatürk sevgisi var. Ben çok liberal bir ailede büyüdüm, iki adam bu liberalizmin dışındaydı, yani dokunulmazlıkları vardı; Atatürk ve İsmet Paşa. Bu ikisine laf söylemeniz mümkün değildi. Dolayısıyla insan merak ediyor. Atatürk’ün yaptıklarına bakıyorsunuz, bu kadar büyük başarının altında bir şey olması lazım! Kimle konuşsam, gerek ailemde, gerek onu tanımış olan insanlar arasında herkes diyordu ki, bu adam dahiydi. İyi de kardeşim, dahiydi bu adam da, Picasso da dahiydi, Van Gogh da dahiydi ama kulağını kesti falan. Bu adam neden böyle şeyler yapmadı da bunları yaptı? Orada bir metod sorunu karşıma çıktı. Bu adamın metodu neydi, nasıl uyguluyordu. Bu metodu merak edip inceledim kendim, ama esas çalışmam 26. Hava Kuvvetleri Komutanı’mız Faruk Cömert generalim bir gün bir emir gönderdi. Bu sene Hava Harp Okulu’nda açış dersini Celal verecek. Ben de hemen aradım, böyle bir konu teklif ediyorum; Atatürk’ün bilimsel yöntemi, bilim adamı olarak Atatürk. Aman ne iyi olur dediler. Ben de bunun üzerine epey çalıştım. Ve orada gördüm ki Atatürk’ün yöntemi bizim doğa bilimlerinden bildiğimiz yöntem. Şu; karşınızda bir sorun var, bu sorunu tayin edersiniz, bu sorunu tayin edebilmeniz için bir ön bilgi sahibi olmanız gerekir. Ondan sonra bir hipotez oluşturursunuz bu sorunun çözümü için ve bu hipotezi yanlışlamaya çalışırsınız. Çünkü hipotezi doğrulamak mümkün değil. David Hume’un kuğu meselesindeki gibi, bütün kuğular beyazdır, biz siyah kuğuyu aramaya başlarız. Baktım ki Atatürk bu yöntemle çalışıyor.
Yani emprizimle mi yaklaşıyor? Pozitivist olduğu yönünde de eleştiriler var biliyorsunuz.
– Kritisizm diyelim, sırf emprizm değil. Çünkü mesela Bacon da empirist ama hiçbir şey keşfedememiş bir adam. Sırf gözlemle bir yere varamazsınız. Bir adım ileriye gideyim, pozitivizm düzgün bir yöntem değildir bilimde. Çalışmıyor. Benim kitabım pozitivizmin bir eleştirisidir. Ben bunu daha önce de birkaç yerde yayımladım, pozitivizm ne diyor; Auguste Comte’un sekiz cildi yukarda duruyor. Diyor ki; gözlem yapacaksın. Gözlemler birikmek suretiyle seni belli bir yere götürür. Bunu Bacon da söylüyor. Fakat bunlar yanlış. Hiçbir yere götürmüyor. Bunun sorun olduğu ilk defa 19. yy da ortaya çıktı. Şöyle ki fizik çuvallamaya başladı. Herkes zannediyordu ki Newton müthiş bir keşif yaptı, çözdü sorunu.
Aleksander Popel’ in bir sözü vardır “Doğa ve doğanın sırları gecede saklıydı, Newton’a tanrı ol dedi ve bütün sorular çözüldü.” Kant buna inanıyor, yani Newton işi çözdü. Hume da diyor ki gözlemle bu mümkün değil, peki herif nasıl çözdü bunu yahu? Kant bunun üzerine “Saf Aklın Eleştiri”sini yazıyor. Bu kitapta geliyor geliyor, Aristo’nun sonuçlamasına: Apriori bilgiyi söylüyor. Apriori bilgi var, bunu biliyoruz. Benim çocuğum doğuyor, annesinin memesini arıyor. İçgüdüsünde var çünkü. Ya da kaplumbağları bırakıyorsunuz hepsi denize gidiyor. Ama bunlar bilginin temeli olamaz. 19. yy’da birden bakıldı ki, ışığın hızı toplanamıyor. Bu şu demek Newton’un teorisini al çöpe at. Newton’un teorisinin çöpe atılması gerektiğini ilk defa Einstein farkediyor. Einstein yepyeni bir teori attı ortaya, Newton’un teorisini geliştiren bir teori değildi bu, onu tamamen çöpe atıp yeni bir teori yaptı. Bunu da ilk defa farkeden Karl Popper olmuştur. Ben Popper’i bilmiyordum. Amerika’daki hocalarımla da anlaşamıyordum. Araziyi gözlemleyin, o sizi bir yere götürür diyorlardı, bunu mantığım kabul etmiyordu. Popper’i ve Einstein’i okuyunca da onlar gibi düşündüğümü anladım. Atatürk’e baktım, hiçbir dogmanın peşinden gitmiyor, gidenlere kızıyor. Problem tayin ediyor, onun üzerinden ilerliyor. Ben Nutuk’u okudum, Nutuk bir protokolün deneyi. Bir deney yapmış adam, nasıl yaptığını anlatıyor. İnanılır gibi değil.
İlk başta diyor ki 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım, umumi vazifet, gözlem, ne var ne yok ortada. Ordunun vaziyeti, milletin vaziyeti, istanbul’un vaziyeti… Sorunlar. Ve bunlara karşı kurtuluş çareleri… Bir sürü teklif var ortada. Kimisi diyor İngilizler’e yamanalım, kimisi diyor Amerikalılar’a yamanalım. Onları sıralıyor. Ve diyor ki bunlar çare olamaz. En sonunda diyor ki, benim düşüncem, kendi hipotezim; bunu teklif ediyor. Adım adım uygulanacaktır ve her adımı anında herkese anlatılmayacaktır. Ve oradan anlıyoruz ki bu adam beraber çalışacağı herkesi önceden tartmış. Bir sözü var zaten, bazı arkadaşlarım diyor benimle ufuklarının yettiği yere kadar geldiler, sonra bana düşman oldular. İşte o kafaları yetmeyenler de Armstrong’un “Bozkurt” kitabını yasaklayanlar. Atatürk bir dahi, belli bir yöntemi var. Bu yöntem de deneme-yanılma. Ve yanıldığı şeyi yok etme. Bukitabı yazmamın sebebi Atatürk’ün fen bilimleri yöntemiyle çalıştığını görmem.
– Kışkırtıcı bir başlık kullanmışsınız: Diktatör Atatürk. Çok eleştirilecektir.
Atatürk diktatördü. Yani kendi fikrini karşısındakine empoze eden bir adamdı. Bizim ülkemizde diktatör kelimesi ne anlama geliyor? Bizim ülkemizde diktatör kelimesi, zorba demektir ki bu doğru değil. Atatürk diktatördü ama zorba değildi.
Yapacağı işler ömrüyle sınırlıydı
-Her şeyden önce bağımsızlığı ve hürriyeti öğretmek, insancılığı, akılcığı öğretmek, bunu yapmak için de diktatörlük yapmak zorundadır.
Evet aynen öyle. Şimdi sizin elinizde bir nüfus var. Bin senedir kendi için düşünmemiş. Bu küçük bir çocuğa benziyor. Birisi beş yaşında, birisi altı yaşında iki çocuğunuz varsa evde onlarla beraber karar alalım diyemezsiniz. Onlarla beraber karar alırsanız her gün bisküvi yersiniz, süt içersiniz. Başka da bir şey yapmazsınız. Dolayısıyla Atatürk bakıyor ki modern fikirlere öncelikle milleti ulaştırması lazım. Dünya şimdiki dünya değil. Televizyon yok, kitap yok. Memlekette okuyan yok. Düşünün ki nüfusun sadece onda biri okuma yazma biliyor. Dünyadan bihaber bir nüfus. Ben kitapta Ahmet Haşim’in mektubundan bir alıntı yaptım. O mektupta Haşim korkunç şeyler söylüyor. “Anadolu Türkü ekmek yapmaktan acizdi, mayalı ekmek yapmayı öğrenmemişti”, “Ev dediğin leyleklerin yuvasına benzer,” diyor. “Kesilmemiş taşlardan yapılmış yığınlardır,” diyor. “Tek vasıtası kağnıdır. Kağnı taş devrinden kalma bir şeydir ve hayvana işkence etme aracıdır,” diyor. Bu durumdaki bir toplumu siz 20. yüzyıla getireceksiniz. Atatürk biliyor bunu, çok yavaştan alamaz, çünkü işler ömrüyle sınırlı. Neden ömrüyle sınırlı? Yanındaki arkadaşlarına güvenmiyor. Ne kadar haklı olduğu şurada ortaya çıkıyor: Anadolu’ya gidecek, İsmet Paşa’ya diyor ki: “İsmet haydi.” İsmet Paşa’dan cevap: “Ben yeni evlendim.” Bu cevabı tabi yeni evlendiği için değil, İsmet Paşa ihtiyatlı bir adamdı. Ne olacağı belli olmadığı için diyor. Atatürk öyle değil. İşin sonunu gördüğü gibi sonrasını da görmüş. Yani Sakarya Meydan Savaşı cereyan ediyor. Kazanıp kazanamayacağımız belli değil. Atatürk diyor ki: “Arkadaşlar bu topraklar çok zengin, bu işler bittikten sonra Kültür Umum Müdürlüğü kuralım.” Yani savaş falan bitmiş kafasında, kazanmış. Türkiye’ye el koymuş, medenileştirme programı başlamış kafasında.
Bir binbaşı geliyor. Sakarya’da, harbin bitimine dört beş gün kalmış. Atatürk yatıyor, kaburgaları kırık. Okuyor raporları binbaşı: “Paşam Yunanlılar birlik getiriyor, savaşı kaybediyoruz.” “Bir daha oku,” diyor Atatürk. Bir daha okuyor. İsmet Paşa da aynı odada, taburede uyukluyor. “Paşayı uyandır, zaferini tebrik et.” Binbaşının kafasındakini düşünün. “Bu herif ne diyor” diyordur. İsmet Paşa’yı uyandırıyor, selamını veriyor, “Paşam, zaferinizi tebrik ederim,” deyince İsmet Paşa: “Ne oldu,” diyor. “Paşam, Paşa hazretleri emrettiler ben de bunu söyledim.” Onun üzerine Atatürk diyor ki: “Fevzi Paşa hazretleri nerede?” Unutmayın, Fevzi Paşa kendisinden çok rütbeli. Fakat Fevzi Paşa’nın da isteğiyle, herkesin isteğiyle başkomutan Atatürk. Sırtında asker üniforması yok, sivil. Ordunun mensubu değil. İstifa etmiş. Fevzi Paşa geliyor. “Paşam neredeydiniz?” “Odamdaydım,” diyor. “Ne yapıyordunuz?” “Kuran okuyordum,” diyor. “Niye?” diyor Atatürk. “Her şey bitti diyor. Allahtan seni bize bağışlamasını niyaz ediyordum,” diyor. O öyle diyince Atatürk: “Arkadaşlar, bir yanlış anlama var. Binbaşım yanlış yorumlamış raporları,” diyor. “Yunanlılar birlik getirmiyor. Birlik kaydırıyorlar, çekiliyorlar” diyor. Şimdi bakın, bu şu demek. Bu adamın kafasında bütün cephe var. O cephenin içindeki her birliğin yeri var. Binbaşı okudukça Atatürk kafasından kaydırıyor birlikleri ve yeni durum kafasında canlanıyor. Ötekilerin hiç birinde böyle bir şey yok. Atatürk diyor ki: “Arkadaşlar Papulas çekiliyor,”. Onun üzerine büyük bir coşku. “Kazandık… “Yerimizi sağlamlaştıralım.”
Zafer önce kafada kazanılır
Atatürk: “İsmet, yarın taarruza kalkıyoruz,” deyince İsmet Paşa yerinden kalkıyor. “Ne ile taarruz edeceğiz?” Subayların üçte ikisi şehit. Ordunun yüzde 46’sı kaçmış. “Elde ne kaldı ki?” diyor. Atatürk, “İsmet, zafer burada kazanılır,” diyor, kafasını gösteriyor. “Papoulas burada kaybetti, yarın taarruza kalkıyoruz.” Ertesi gün Türk taarruzu başlıyor. Papulas bir bakıyor, Türkler saldırıyor. “Hemen orduyu Kütahya-Eskişehir hattına çekin,” diyor. Adamın asabı bozuk. Bozulmasının sebebi şu: o zamana kadar kurmay ders kitaplarında “Meydan muharebesinde hattı yarılan ordu, hattın uzunluğuyla mütenasip bir miktar geri çekilir,” yazıyor. Muharebe esnasında Atatürk’e sürekli haber geliyor: Şu tepe düştü, bu tepe düştü… En son Çaltepe de düşersek hapı yuttuk! Çaltepe’de düşüyor. Atatürk diyor ki, “Hattı müdafaayı boş verin, siz çekilebildiğiniz yere kadar çekilin, orada müdafaayı baştan kurun.” Orada çok güzel bir şey söylüyor. “Biz sathı müdafaa ediyoruz. Bu satıh bütün vatandır,” diyor. “Bu vatanın her bir karesi vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça o vatan terk edilemez.” diyor. Bu çok yeni bir şey. Papulas’a raporlar geliyor: Türk ordusu şuradan yarıldı, şu cephe ele geçti. Adam bekliyor; Türk ordusu şu kadar geri çekilecek. Maksat Ankara’ya varmak. Bakıyor Türk ordusu geri çekilmiyor. Adamın bildiği bütün askeri kuralları çiğniyor. Bir oyun oynanıyor. Oyunu çözemiyor. Onun için korkuyor, asabı bozuluyor.
– Halkın desteği nasıl?
Halkın desteği falan yok. Burada sadece asker var. Askerin de başında Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa. Mustafa Kemal Paşa’ya büyük bir inanç var.
Halkın haberi yok ne olup ve bittiğinden. Sakarya savaşı kazanılıyor. Geliyorlar “Kazandık, mazandık.” Atatürk diyor ki, “Hemen ordunun hazırlanması lazım. Başkomutan yok.” Meclis bir türlü başkomutan yapmıyor. Onun için ilk defa meclisi tehdit ediyor, “orduyu hiçbir zaman başsız bırakmadım. Bırakmıyorum, bırakmayacağım.” Arkadaşları geliyor, diyorlar ki: “Defedelim şu meclisi.” Atatürk diyor ki, “Hayır! Asla,” “Meclis de yapacağız, siz onları bana bırakın.” Şimdi bakın büyüklüğü çıkıyor adamın. Ertesi gün geliyor itiraz edenleri tek tek alıyor karşısına. Onun üzerine oybirliğiyle komutan oluyor. Oy verenler iki grup. İlki hakikaten inanıyor. Diyorlar ki “Bu adam olmazsa bu iş olmaz.” Diğer grubun düşüncesi: “O kadar imkansız bir iş ki, başarısız olsun asalım ve kurtulalım.” Atatürk her şeyi göze alıyor ama dediğini yaptırıyor. Halktan şunları şunları şunları toplayın. Hemen itiraz. “Halkın nesi kaldı? Halk ne verebilir ki?” Atatürk diyor ki: “Para pul istemiyoruz. İki çorabı da mı yok. Üç öküzü olanın bir öküzü de mi yok?” diyor. “Halk bunu verecek” diyor. Ve bazen zorla toplanıyor.
Bütün yaptığı devrimlerde bu var. Zorla yaptırıyor. Peki halk homurdanıyor mu? Hayır. Halk başta yapmak istemiyor. Kötü tecrübeleri var. Çocuğunu on defa askere göndermiş. Kaç çocuğu ölmüş. Ve hep mağlubiyet duymuş. İlk defa bu adamla bir şeyler değişmeye başladı. Bu yendi diyorlar. Yani yalnız Yunan değil ona destek çıkan koskaca İngiliz imparatorluğu var arkasında. Halk bunu biliyor. “gavuru yendi.” Diyor.
– Doğru bir tutum mu? Halka rağmen eleştirisi yapılır buralarda ya!
Kesinlikle doğru bir tutum. Efendim eleştiren adamların kapasitesi ne ya. Yani farkında değiller neyi eleştirdiklerinin. Bir sezgi vardır, anlatabiliyor muyum. Bu sezgi Atatürk’te inanılmaz derecede vardır. Adam Gelibolu’da albay. Diyor ki: “Suvla’dan gelecekler” Liman Von Sanders, koca mareşal. “Hayır, Saroz Körfezi’nden gelecekler. Atatürk ısrarcı “Hayır, Suvla’dan gelecekler” diyor. Tabii mareşal bizim Enver gibi salak olmadığı için, akıllı bir adam. Atatürk’e diyor ki: “Sen Suvla’ya git, eğer bir şey oluyorsa acil haber ver.” Nitekim Suvla’dan geliyorlar. O ana kadar da orayı Atatürk tutuyor. Sonra, bildiğimiz o cephanesi bittiği içinkaçan askerler hikayesi. Tipik Türk işi. “Cephanen bitityse, süngün de mi yok?” diyor Atatürk. Anzaklar geliyor. “tak süngüyü, yat!” diyor. Onlar yatınca Anzaklar da yatıyor. Bir şey var zannediyorlar. Atatürk ne diyor, “Kazandığımız an o andır.” Müthiş bir adam. Karşısındakini okuyor.
Dehanın bir günlük yanılgısı
Büyük Taarruz’da da öyle. Büyük Taarruz’u planlıyorlar, koca bir kurmay heyeti. Aralarında Atatürk’ün kurmay mektebinden öğretmeni Yakup Şevki Paşa da var, güya Atatürk’e harp sanatını öğreten adam. Atatürk planı anlatıyor, Yakup Şevki Paşa fırlıyor yerinden, “Sen delirdin!” diyor. “Sen benim komutamdaki kuzey ordusunu tamamen gariban bırakıyorsun. Benim karşımda Diyenis‘in çok iyi teçhiz edilmiş kolordusu var” diyor. “Diyenis bana bir vursa Ankara’ya giderim.”
“Gitmez Paşam, vurmaz Paşam,” diyor. “Yahu” diyor, “Ya vurursa?” “Vurmaz Paşam” diyor. Bakın deha burada çıkıyor. Sen nereden biliyorsun vurmayacağını. Sen Diyenis ile konuştun mu? Diyenis’i tanıyor musun? Diyenis’i çok iyi tanıyor. Trikupis‘i çok iyi tanıyor. Hacıanestis’i, hepsini adım adım izlemiş. Ne yapacaklarını biliyor. Haleti ruhiyelerinin ne olduğunu biliyor. Vurursun, vurmazsın en sonunda Yakup Şevki Paşa diyor ki: “Ben bu mesuliyeti alamam.” Öyle deyince Atatürk, “Aman Paşam, mesuliyet sizin değil. Millete karşı ben sorumluyum. Bütün mesuliyet bana ait” diyor. Ve Büyük Taarruz başlıyor. İngiliz yüksek komutanı Yunan müstahkem mevkilerini gezmiş. Son derece güçlü. Demiş ki: “Türkler altı ayda geçerlerse, altı günde geçtik desinler.” Üç gün, üç günde geçiyoruz. Taarruz daha başlamadan Atatürk yanındakilere “On beş gün sonra İzmir’deyiz” diyor. İzmir’e geliyorlar, sahil boyunda dolaşıyorlar. Soruyor: “Çocuklar, kaç gün oldu?” “On dört paşam” diyorlar. Atatürk, “E canım bir gün de yanılmışız” diyor.
-Peki, biz bunları niye anlatmak zorunda kalıyoruz? Bu bir facia değil midir?
Bu tabii bir facia. Fakat bu bin yıllık bir facia. Milletimiz cahil, Anadolu cahil. O kadar cahil ki… Ben sık sık diyorum: Türkiye bir Afganistan’dır. Ciplerle, Mercedeslerle dolaşan insanlar görüyorsunuz. Zannediyorsunuz ki biz belli bir yere geldik. Benjamin Disraeli, İngiltere’nin meşhur başbakanı. Süveyş’in bizden satın alan herif: “Avrupalılar kendilerini rahata kavuşturan bazı icatlara bakarak uygarlaştıklarını zannediyorlar” diyor. Müthiş bir laf. Biz rahatlığı uygarlık seviyesiyle karıştırıyoruz. Dolayısıyla Atatürk’ü anlayamıyoruz. Zaten birçok insanın anlamasını beklemek abes. Adam dahi. Einstein’i anlamak için en azından adamın yazdıklarını okuyup anlamak lazım. Onun kadar dahi olmasan bile, Einstein: “Işığın hızı sabit” dediğinde ne olduğunu bilmesen de ne anlama geleceğini bilmek lazım. Atatürk’ü de en az bu derecede anlayabilmek lazım. Hiç anlamıyoruz. Anlamamızın önemli sebeplerinden biri hep Türk usulü öğretilmiş. ‘Büyük dahi, mucize, Allahın lütfu.! Bunlar değil. Ben onun için meraklandım. Yöntemi neydi bu adamın? Tamam çok büyük zeka evet, ama ne yöntem kullandı bu adam? Ona baktım, inanın şoke oldum. Bizim yöntemleri kullanıyor, fenci bu adam. Bursa’ya gidiyor ne diyor? Öğretmenlere hitap ediyor: “Siz yıllardır ülkemizi kirli ayaklarıyla iğfal eden, düşmanı yenen orduların başarısı nerede yatmaktadır biliyor musunuz? Bu orduların sevk ve komutasında fen esaslarını ittihaz etmektedirler” diyor. Açık açık söylüyor. Yani ben fen bilimlerini kullandım diyor. Metodolojisini kullandım diyor. Bunu Afet İnan da söylüyor: “Atatürk, fen bilimlerine düşkündü, iyi biliyordu” diyor. Hasan Ali Yücel’e bakın, felsefe kitaplarına bakın çok benzer şeyler görürsünüz. Pozivitizmin çuvalladığını görüyor. Yazıyor adam. Diyorsunuz ki şu Hasan Ali Yücel biraz daha medeni bir memlekette olsaydı Popper’le tanışabilirdi. Daha geniş bir çevre oluşabilirdi Türkiye’de. Ama kendi yazmış kendi okumuş. Kızı Canan Hanım’la oturup konuşurdum o da aynı şeyi söylerdi. Mesela Sabahattin Eyüboğlu için “aptal” demiş. Kızı söylüyor, yüzüne söylemiş. Nurullah Ataç’a mesela: “Yahu Nurullah, Türkçe yaz da anlayalım” demiş. Yani bunlar bize hep ters yansıtıldı.
-Mustafa Kemal iyi bir okur muydu?
Mustafa Kemal inanılmaz, gidin kütüphanesine görün. Neler okumuş, ne notlar almış.
You must be logged in to post a comment.