ANAFARTALAR KUMANDANI MUSTAFA KEMAL İLE MÜLAKAT

02 Ekim 2014 Perşembe

Sipere girmeden önce kendi cenaze namazını kılan şehitler.

101372

Çanakkale savaşı başladığında 19. Tümen’in başında bulunan genç subay Türk milletinin kaderini değiştiriyordu. İtilaf devletlerinin başlıca emeli olan Çanakkale’yi geçip İstanbul’u almak hülyasına son veren kahraman, Yarbay Mustafa Kemal’den başkası değildi. Mustafa Kemal’in emrini gözlerini kırpmaksızın yerine getiren Mehmetçiklerin hikayeleri dilden dile anlatılır. Gazeteci Ruşen Eşref  Ünaydın  “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülakat”  başlığıyla bir röportaj yaparak kahramanı Türk halkına tanıtmıştı. Bu mülakatı geniş bir şekilde yayınlayacağız. Fakat önce bir efsaneyi aktarmak istiyoruz:

Kirte muharebelerini yaşayan o dönemin gazilerinden birisi tarafından anlatılmış, kendi cenaze namazını kılarak ölüme aldırış etmeyen Mehmetçiğin hikayesi muharebelerin hangi koşullarda yapıldığını ortaya koymaktadır:
“Kirte muharebeleri sırasında, bölükler arka sıralarda hücum sıralarını beklemektedirler. Ön siperdekiler ileri fırlamış boğuşuyorlar. Yüzbaşı hücum için emir bekliyor. Askerin tamamı süngü takmış siperden fırlamak için hazır. Sinirler gergin… Dudaklar kıpır kıpır dualar okuyor, kelime-i şehadet getiriyor. Süre uzuyor. Yüzbaşı erlere sesleniyor: ” Yavrularım… Aslanlarım… Biraz sonra Cenâb-ı Rabbü’l-alem’in huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim… Haydi! Tüfeklerimizin dipçiklerine ellerimizi sürüp hep beraber teyemmüm edelim… “ Teyemmüm edilir… Bekleme devam etmektedir. Biraz sonra Yüzbaşı; ” Çocuklarım… Sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz… Önümüzde biraz daha zaman var. İleride arkadaşlarımız şehit oluyor. Hem onlar için hem de vakit varken kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım. Kabe karşımızda… “ Arkadan Oflu Ali Çavuş bağırır:
” Er kişi niyetine…
Niçin muharebe ettiklerinin farkında olan bu yiğitler, biraz sonra şehadet sırasının kendilerine geleceğini de biliyorlardı. Tek bir gayeleri vardı: Ezanlar susmamalı, vatan toprağı namert çizmeleri altında ezilmemeliydi…

O gün hepsinden vatan razı olmuştu.
O gün hepsi Bedr’in aslanları gibi çarpıştılar.
O gün hepsi Allah’ı arzu ettiler.
O gün hepsi Allah’a verdiği sözü tuttular.
O gün hepsi Allah’a kavuştular.
O gün hepsi aguşunu açmış onları bekleyen sevgili peygamberlerinin dizinin dibinde oturma şerefine nail oldular.

Mehmetçik adı nereden geliyor?
Mehmetçik, Türk milletinin, kendi askerine beslediği sevgi ve minnet duygusuyla ona verdiği isimdir. Bu isim sıradan bir lakap, bir takma ad değil, tarihi süreç içinden bugüne kadar inanılmaz fedakarlıklarıyla milletinin gönlünde taht kurmuş olan askerimize verilmiş; yazılı olmayan, karşılığında bir rütbe ya da maaş alınmayan ancak Türk milleti tarafından içtenlikle kullanılan bir unvandır.
Dünyada hangi ülkenin askeri kısa bir süre sonra öleceğini bilerek ve ölüm sırasını beklerken tüfeğinin dipçiğiyle teyemmüm edip kendi cenaze namazını kıldıktan sonra sipere atılmıştır?
Yine hepimizin bildiği gibi yakın zamanda da vatanını savunmak için gözünü kırpmadan şehit olan, kolunu, bacağını, gözünü kaybedip gazi olan kahraman askerlerimizin benzerleri de başka ülkelerde yoktur.
Ve elbette Türk milletinin vatanını kendi canından üstün tutan askerine isim vermesi gibi sıradışı bir vefa örneği de…

Mustafa Kemal diye biri var. Genç bir Kurmay Binbaşı… O’na dikkat edin!

İngilizler genç kurmay binbaşıya dikkat etmediler. Bunun bedelini Çanakkale’de çok ağır bir şekilde ödediler… Evet tahmin ettiğiniz gibi bu genç kurmay binbaşı Mustafa Kemal’den başkası değildi.

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ün nasıl bir harp dehası olduğunu bütün dünya kabul etmiştir. Atatürk bir kumandanın sadece savaşmayı değil, savaşacağı bölgeyi, savaştığı gündeki hava durumunu, tarih ve coğrafyayı, topografyayı, harp tarihini bilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Ayrıca; hadiseleri bir masal gibi değil, bilinçli olarak okumak gerektiğini de ortaya koymuştur… Atatürk hakkında 1913 yılında bir İngiliz generalin tespitini vermek istiyoruz. Bu tespit İngilizlerin Atatürk’ü çok önceden keşfetmiş olduklarını gösteriyor. Şimdi bu alıntıyı verelim. “1913’te Balkan Savaşı’nın alanlarını gezen İngiliz Generali Henry Wilson, İstanbul’da Enver ve Cemal Paşa’larla tanışır. Ne Enver ne Cemal Paşa, ne de gördüğü öteki subaylar İngiliz generalinin üzerinde yetenekli birer asker tesiri bırakmaz.
1938 yılında Times gazetesinde çıkan bir makaleye göre, o zamanlar bu general kendi genelkurmayına verdiği raporda şöyle diyordu: ’Yalnız bir subay onlardan ayrılıyordu. Mustafa Kemal diye biri var. Genç bir Kurmay Binbaşı… O’na dikkat edin…”

***
Çanakkale savaşı başladığında 19. Tümen’in başında genç bir subay bulunmaktaydı. Bu genç subay daha sonra Cephe Komutanlığı’nca Anafartalar Grup Komutanlığı’na atanacaktı. Emrinde 8 tümen ve 2 alay vardı. Ve bu atama bir savaşın, savaşın değil bir ulusun kaderini değiştiriyordu. Çanakkale’de Türk milletinin kaderini değiştiren tümen komutanı olarak atandığında Yarbay olan, zafer sonrası 3 madalya ve 2 nişan ile taltif edilen ve Albay’lığa terfi ettirilen bu genç subay, MUSTAFA KEMAL idi.
Çanakkale’de kazanılan zafer, milli mücadelenin ilk kıvılcımının burada çakılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temeline ilk harcın atılmasıydı. Çanakkale, Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam” kitabında bahsettiği gibi Mustafa Kemal’in zuhuru olmuştu.
Uhdesinde barındırdığı üstün özellikleri bu muharebeler sırasında ortaya çıkan Mustafa Kemal’i halk; “İstanbul’u kurtaran kahraman. Payitahtı kurtaran kahraman” olarak bağrına basmaktaydı.
Milli Mücadele’den itibaren Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın arkadaşları arasında yer alan Türk edebiyatının ünlü romancısı, gazeteci, şair, milletvekili ve diplomat Yakup Kadri Karaosmanoğlu (27 Mart 1889’da Kahire’de doğdu.
13 Aralık 1974’te Ankara’da tedavi görmekte olduğu Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde hayatını kaybetti. Cenazesi, İstanbul Beşiktaş’taki Yahya Efendi mezarlığında annesinin mezarı yanına defnedildi) yazdığı “ATATÜRK” adını verdiği eserinde halktan duyduklarını şöyle nakleder:

BİR YOLCUYA
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

*

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda
Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda,
İstiklal uğrunda, namus yolunda
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.

*

Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğdugu sele
Mübarek kanını kattığı yerdir.

*

Düşün ki, haşrolan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin
Bir harbin sonunda bütün milletin
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.
NECMETTİN HALİL ONAN

“Harp Mecmuası”nın kapağındaki resmi gelen emir üzerine çıkartıldı.

101471

“Bu genç kumandan, yanında bir avuç süngülü askerle, yerden, gökten, denizden gelen sürekli bir gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında durmadan ileriye doğru atılıyor ve kollarıyla, kızgın boyunlarından yakalayıp denize yuvarlayacakmış gibi düşmanın sıra sıra topları üstüne saldırıyor. Bu insan, ateşte yanmıyordu, vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhlıların (savaş gemilerinin) attığı gülleler başının üstünden münisleşmiş, yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu.”

Çanakkale savaşları sırasında 50 civarında Batılı gazetecinin görev yaptığı bilinmekte. Türk gazetecilerden ise Çanakkale’ye giderek Mustafa Kemal ile görüşen ve bu görüşmeyi “ANAFARTALAR KUMANDANI MUSTAFA KEMAL İLE MÜLAKAT” adı altında kamuoyuna duyuran Ruşen Eşref Ünaydın olmuştur. Ruşen Eşref, Mustafa Kemal ile ilk röportaj yapan gazeteci olarak tarihe geçmiştir.
[8 Mart 1892 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen, 1900-1911 yıllarında Galatasaray Sultanisi’nde okuyan Ruşen Eşref Ünaydın, yüksek tahsilini yaptığı Edebiyat Fakültesini 1914’te bitirdi. Ruşen Eşref Ünaydın; 21 Eylül 1959 yılında İstanbul’da vefat etti. Rumelihisarı Mezarlığı’na defnedildi. milletvekilliği yapan ve çeşitli devlet kademelerinde görev alan Ruşen Eşref Ünaydın, 1920 yılının sonbaharında Anadolu Millî Hükümetinin daveti üzerine İnebolu yolu ile Ankara’ya gitti ve fiilen Milli Mücadeleye katıldı.
Yazarlık hayatı 1914’te başlayan Ruşen Eşref Ünaydın birçok gazete ve dergilerde, millî, edebî ve siyasî yazılar yayımladı. 1918 yılında Yeni Mecmua’da yayımlanan “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülakat” başlıklı röportaj, Atatürk’ü Türk basınında tanıtan ilk yazı ve ilk röportaj oldu. Yazı dizimizin konusu olan ve üç gün süren bu mülakatı sizinle paylaşacağız.]

***

Anafartalar zaferini kazanarak halk tarafından “İstanbul’u kurtaran kahraman” unvanı verilen Mustafa Kemal’in ismi dilden dile dolaşmaya başlar. Halkın gösterdiği bu ilgi Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından hazmedilemez. Bunun neticesi olarak sıkı bir sansür uygulandı ve Mustafa Kemal’in adının ve resminin gazetelerde yer alması yasaklandı. Hatta öyle ki Harbiye Nezareti’nin çıkarmış olduğu “Harp Mecmuası”nın kapağına “Çanakkale Kahramanı” olarak basılması kararlaştırılan resmi tam baskıya girileceği sırada gelen bir emir üzerine çıkartıldığı, yerine Enver Paşa’nın amcası olan Halil Paşa’nın resmi basılır. Derginin daha sonraki sayılarında iç sayfalarda o da yorgun bir yüz ifadesi olan resmi basılmıştır. Bulgar işgali altındaki Edirne’nin geri alınmasını, düşmana bırakılmamasını isteyen, şehre ilk giren Bolayır kuvvetlerinin kurmay başkanı olan Mustafa Kemal arka plana itilmiş ve kurtarma şerefi Enver Paşa’ya verilmiştir.

Yeni Gün Mecmuası müsabakasına Mustafa Kemal’i de dahil eder.

101503

Bunların hiçbiri Mustafa Kemal’in yolunu engelleyememiştir. Milli Türk şairi Mehmet Emin Yurdakul(Milli şair, Türk şairi olarak anılan Mehmet Emin Yurdakul,13 Mayıs 1869’da İstanbul doğmuş ve 14 Ocak 1944’te İstanbul’da vefat etmiş, Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilmiştir)1915 yılında muharebeler henüz sona ermemişken “Tan Sesleri” adında bir şiir kitabı yayımlar. Bu kitapta “Ordu’nun Destanı” başlığı altında yayımladığı şiir kitabının ilk dörtlüğündeki “Ey Mustafa Kemal’lerin aziz yeri” mısrasındaki Mustafa Kemal adı halka mal edilmekle birlikte edebiyatımızdaki mümtaz yerini almış bulunuyordu.[Mehmet Emin Yurdakul’un bu şiirini de paylaşacağız.]

* * *

Ruşen Eşref’in mülakatından sonra Mustafa Kemal’in adı Çanakkale ile özdeşmiştir. Bu arada Yunus Nadi tarafından çıkartılan Yeni Gün gazetesi 20 gün sürecek bir gölge “Müsabaka” tertipler. İlk üç dereceye girene para ödülü, diğer kazananlara da çeşitli ödüller verileceği duyurulur. Burada önemli bir komutanın resmi basılarak tanıtılır. Yanında da yine önemli bir komutanın gölge resmi basılarak kimdir sorusu sorulur. Tanıtımı yapılan 17 komutanın içerisinde sadece 3 Türk komutan vardır. Bunlar: İzzet, Cevat(Çobanlı) ve Mustafa Kemal Paşalar… Mustafa Kemal Paşa’nın gölgeli resmi yarışmanın 5 numaralı dizisinde yayımlanır. Daha sonra Mustafa Kemal’in gerçek kimliği ile ilgili açıklama dizinin 16. bölümünde yer alır. Mustafa Kemal Paşa’nın resminin altında “Ordu kumandanlarımızdan Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa” ibaresi vardır.
Şimdi bir de Yeni Gün Mecmuası’nın 10 Teşrinievvel(Ekim) 1334 (1918) tarihinde yayımlanan Yeni Gün Müsabakası 16. ibareli yazısının tamamını verildiği şekilde okuyalım:
“YENİ GÜN’ÜN MÜSABAKASI, 16. Ordu kumandanlarımızdan Mustafa Kemal Paşa”

Mustafa Kemal Paşa bu harpte büyük hizmetler ifa eden seçkin bir kumandanımızdır. Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı muvaffakiyetle harp eden bir avuç kahraman meyanında temayüz eden Mustafa Kemal Bey, harb-i umumiden evvel Sofya’da ataşemiliter idi; Harb-i Umumiye iştirakimiz üzerine muharip orduya dahil olmuş ve Çanakkale’deki fırkalarımızdan birinin kumandasını deruhde etmiştir. 12 Nisan 1331’de İngilizler Arıburnu’na çıktıkları ve Kocaçimen Tepesi’ne doğru ilerledikleri zaman karşılarında Mustafa Kemal Bey’in kahraman fırkasını bulmuşlardı. Fırka kanlı bir muharebeden sonra düşmanı sahile atmış, İstanbul yolunu kapamıştı. Mustafa Kemal Bey, kahraman kıtaatıyla, bu cephede temmuza kadar bütün düşman hücumlarını tevkif etmiş, 24-25 Temmuz’da ansızın (Anafartalar)’a çıkan İngiliz kıtaatını da mahir ve azimkar idaresiyle mağlup etmiştir.
Çanakkale’den sonra terfi ederek mirliva olan Mustafa Kemal Paşa, Ruslara karşı sevk edilmiş ve sağ cenahtaki ordunun kumandasını deruhde eylemiştir.
Mustafa Kemal Paşa elyevm (halen) Filistin cephesindeki ordularımızdan birinin kumandanıdır.”

Edirne’ye ilk giren kıtalar Mustafa Kemal’in Bolayır kuvvetleriydi.

101541

Bu arada esas konumuza geçmeden önce Edirne ile ilgili bir anekdotu paylaşalım.

Çanakkale zaferinden sonra Mustafa Kemal’in ismi bir efsane gibi yayılır. Gazeteciler, yazarlar onunla röportajlar yapmaktadır, resimlerini basmaktadır ama halk bir an önce onu, yani yüzünü görmek istemektedir. Halkın bu arzusu çok geçmeden gerçekleşir.
Edirne’ye kolordu komutanı olarak tayin edilmiştir.
1916’nın ocak ayında 16’ncı kolordu komutanı olarak Edirne’ye girer. Halk kendisini karşılamak sokaklara dökülür. Bu muhteşem olayı Atatürk’ün Çanakkale’de ve sonrasında Kurmay Başkanlığı’nı yapmış olan Orgeneral İzzettin Çalışlar(1882’de Yanya’da doğdu,20 Ağustos 1951’de İstanbul’da vefat etti ve Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi. Çalışlar’ın mezarı, diğer İstiklal savaşı komutanlarınınkilerle birlikte 1988 yılında Ankara Devlet Mezarlığı’na nakledildi.), günlüğünde şöyle anlatır:
“28 Ocak 1916
…Yollar hıncahınç ahaliyle dolmuş, bütün mektepler karşılama için yerlerini almıştı. Şehir saray gibi donanmış, peş peşe zafer takları yapılmıştı. “Yaşasın Arıburnu ve Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Bey” yazılı levhalar asılmıştı…
Edirne eşrafı, vilayet erkanı, konsoloslar hep oradaydılar…
Bütün şehir, heyecan ve coşkulu sevinçle karşıladı. Çiçekler, buketler takdim ettiler. Alkışlar, her türlü nümayişler, tezahürat, her türlü tasavvurun üstündeydi…”
Gerekli uyarıları yapmıştı
Bu şunu göstermekteydi; Albay Mustafa Kemal bir Edirne fatihi değildi yani Edirne’yi düşmandan savaşarak kurtarmamıştı, fakat buna mukabil daha önce tayin edildiği Bolayır kolordusunun kurmay başkanı olarak Edirne’nin geri alınması için gerekli uyarıları yapmıştı. 21 Temmuz 1913’te Türk kuvvetleri Edirne’ye düşmandan geri aldı. Ne tesadüftür ki Edirne’ye ilk giren kıtalar da Bolayır kuvvetleriydi.
Buna rağmen Edirne’nin alınışı şerefi Enver Paşa’ya mal edildi.

Ey, Mustafa Kemallerin aziz yeri! Ey, toprağı kanlı dağlar, yanık yarlar!

101584

Milli şairimiz Mehmet Emin Yurdakul’un yazdığı ve Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’in isminin geçtiği ilk şiir:

ORDUNUN DESTANI

Ey, bugüne şâhit olan sarp hisarlar!
Ey, kahraman Mehmet Çavuş siperleri!
Ey, Mustafa Kemallerin aziz yeri!
Ey, toprağı kanlı dağlar, yanık yarlar!

*

Sizler burada gördüğünüz büyük cengi
Elde kılıç parladıkça unutmayın;
Bugünü de bundan üç bin yıl evvelki
Kahramanlık devri gibi unutmayın!

*

Anlatın ki Türkler burada şan verdiler
Birçok vahşi, cehennemi kuvvetlere;
Ateş, çelik kralları devletlere
Süngülere mu’cizeler gösterdiler

*

Burada zulme baş eğmeyen bu yiğitler
Vatan için her mihnete katlandılar;
Ölümleri tahkir eden şu şahitler
Türk İli’nin hayatını kazandılar

*

Bu memleket büyüklüğün vatanıdır;
Ellerinde silâhlarla ölenlerin,
Son nefeste ümitlerle gülenlerin,
Hakk’a kurban olanların Turan’dır.

*

Bu sâf ruhlar şu dünyadan ayrılırken
Yanık sesle “vatan!” diye haykırmıştır;
Yanlarına helâlleşmek için gelen
Yoldaşları intikâma çağırmıştır.

*

Buradan geçen her gururlu baş eğilsin;
Bu kan, kemik dolu toprakları,
Büyük küçük gemilerin sancakları
Selâmlarla okşamağı bir borç bilsin!

*

Zirâ bu yer en fedâkâr bir milletin
Kahramanlık, şeref, namus kale’sidir.
Burada her ses o ilâhi hürriyetin
Kalbinin attığı yerdir.
Mehmet Emin YURDAKUL

Çanakkale’de görüştükten sonra İstanbul’da mülakat yaptı.

101619

Sevgili okuyucularım biraz uzun bir giriş oldu. Fakat bu anekdotların ve ismi geçen yazarlarımızın hatırlanmasında fayda umuyorum.

Şimdi dizimize esas teşkil eden Ruşen Eşref Ünaydın’ın “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülakat”ını yayımlamaya başlıyoruz.
Gazetecilik emek isteyen, bilgi isteyen, meşakkat gerektiren bir meslektir. Öyle gazeteciler vardır ki ölümü bile hiçe sayarak, savaş meydanlarında, kelle koltukta kamuya bilgi aktarmak için en ön saflarda haber peşinde koşarlar.
Çanakkale Savaşları sırasında da bu durum değişmemiştir. 50 kadar Batılı gazetecinin Çanakkale’de haber muhabirliği yaptığı biliniyor.
Bulgarların Otro gazetesi muhabiri olan Wanda Zembrzuska, tek bayan gazeteci olarak savaş meydanlarında koşturmuştur.
Avustralyalı gazeteci Charles Bean, Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri ülkesine gönderiyordu. Daha isimleri aklımıza gelmeyen yabancı gazeteciler de görevlerini yerine getiriyor kamuoylarına savaş hakkında bilgi veriyorlardı.
Ruşen Eşref Ünaydın, Çanakkale’ye giderek, savaş alanında Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal ile görüşmüş, izlenimlerini  “ANAFARTALAR KUMANDANI MUSTAFA KEMAL İLE MÜLAKAT” adlı yapıtında kamuoyuna sunmuştur.

*

“Bütün Fransız mecmua ve gazeteleri, Çanakkale’de döğüşmüş zabitlerin, kumandanların, oraya uğramış muharrirlerin ve gazetecilerin hatıralarını, makalelerini yazdılar. Halbuki şimdiye kadar biz henüz bir şey yapamadık.”(Ruşen Eşref)

*

Ruşen Eşref(Ünaydın) Bey, Selim Sırrı (Tarcan) Bey’in Nişantaşı’ndaki apartmanında Doktor Râsim Ferid Bey’e rastlar.
Râsim Ferid, Ruşen Eşref’i ertesi akşam kendi evinde düzenlediği, Mustafa Kemal Paşa’nın da katılacağı sazlı bir ziyafete davet eder. 15 Mart 1918 akşamı Dr. Râsim Ferid’in Mustafa Kemal Paşa’ya tanıştırdığı Ruşen Eşref Bey’i yine Râsim Ferid 24 Mart 1918 Pazar günü, Mustafa Kemal Paşa’nın Beşiktaş – Akaretler 76 Numara’daki evine götürür ve o gün başlayan ’Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülakat’, 28 Mart 1918 Perşembe günü son bulur. İşte o mülakat:

***

BİRİNCİ SAFHA
Hayır efendim, düşünüyorum, size ne söyleyebilirim! Çünkü, bakın, bütün bu yığınlarla evrak hep o günlerin hatıralarını ihtiva ediyor.
“Buyurun bir sigara… Bir şey yaparız.”
Büyük kutuda bulunan Baframaden sigaralarından bir tanesini aldım. Paşa küçük bir masanın üstünde duran çıngırağı bir iki defa çevirdi.
Derhal kapının önünde şık bir nefer, mahmuzlarını birbirine vurarak kumandanın emrine muntazır(bekleyen-emrini beklemeye hazır) olduğunu vaziyetiyle anlattı.

Her mülâkat on iki saatten aşağı olmamak şartıyla 3 gün sürdü.

101682

– Çocuğum bize iki kahve, sobanın da ateşine bakın.

Biraz sonra bize hitaben:
– Bu defterleri kurcalayacak olursak içinden çıkamayız. İsterseniz sizinle bir hulâsa (bir şeyin özü) yaparız, bu ancak böyle olur!
Hakikatte defterler o kadar çoktu ki onların arasında insan kendini Çanakkale harp tarihini yazmak için bir evrak mahzenine dalmış sanabilirdi.
Dedim:
– Paşa Hazretleri! Şüphesiz ki Çanakkale harbi bu memleketin çocuklarındaki fedakârlığı, vatan toprağını yabancıya vermemek için bir saadete koşar gibi ölüme atıldığını göstermek itibarıyla tarihimizde unutulmaz bir kahramanlık merhalesi vücuda getirmiştir. Bu hamaset günleri artık silinmemek üzre cihan tarihinde lehimize iki üç sahife daha ilâve etti. Sir Hamilton bile, Türkçeye tercüme edilmiş raporunda okudum, bizi cesaretimizdeki, bizim fedakârlığımızdaki ulviyeti kendi aleyhlerine kaydediyor. Bütün Fransız mecmua ve gazeteleri, Çanakkale’de döğüşmüş zabitlerin, kumandanların, oraya uğramış muharrirlerin ve gazetecilerin hatıralarını, makalelerini yazdılar. Halbuki şimdiye kadar biz henüz bir şey yapamadık. Yeni Mecmua’nın son kıymettar teşebbüsü bana o gazâ (muharebe) yerlerini görmüş olanlarla konuşmak fırsatını verdi. Bu hususta tabiî zatı âlilerini ihmal edemezdim. O muharebelerin her gününe büyük bir faaliyetle iştirak ettiniz. Vaziyeti tamamıyla biliyorsunuz… Kim bilir ne kadar çok hatıranız vardır. İşte müsaade buyurursanız eğer, bugün zâti âlinizden onları dinlemek için geldim.
Paşa bu sözleri ciddî bir tebessümle telâkki (karşılamak) ediyordu.
Cumba tavanlarına ve pencere kenarlarına varıncaya kadar kanepeleri, koltukları bile halılar, seccadeler ve kilimler altında koyulaşmış, bu çok gölgeli geniş odada Mustafa Kemal Paşa’nın siması Rambrandvarî bir tablo mevzuunu andırıyordu. Genç bir simada bu kadar engin bir mâna gördüğümü hatırlamıyorum: Işıklarla gölgelerin dalgaları arasında sebat, tevekkül (kederden uzak olmak), tevazu (alçakgönüllülük-kibirsizlik), vekar, mülâyemet (uygunluk), huşunet (sertlik), saffet (temizlik-arılık), zekâ… Bütün bu zıt şeylerin toplandığı sarışın ve gayet sevimli bir yüz…
Çekmekte olduğu doksan dokuzlu necef tespihi(Kristal Kuvars ve Kaya Kristali olarak da adlandırılan taşı. Özelliği yazın eli terletmemesi ve çekiminin kolay olmasıdır.) masasının üzerine bırakarak:
– O halde derhal başlarız, dedi.
Ve kimi yerde, kimi yazıhanenin üzerinde, kimi köşede buzcamlı koyu renk dolapta, kimi İngilizlerden zaptolunma koca bir makinalı tüfek önündeki koyu renkli çini sobanın üzerinde bulunan defterlerden, müsvedde ve tebyizlerden (temize çekme) süzülen Çanakkale menkıbesinin (Olağanüstü olayların) hulâsasını (esasını), bu sabırlı ve temkinli kumandandan üç gün ve her mülâkat on iki saatten aşağı olmamak şartıyla dinledim.

Bir Mehmet Çavuş çıkıyor, toprağımıza ayak basan düşmanı tekrar denize atıyor.

101708

Başlamazdan evvel dedi ki:

– Tabiî esrarı askeriyeye (askeri sırlara) temas eden noktaları size söylemeyeceğim. Bunlar ne sizi alâkadar eder, ne de okuyanlara bir fayda temin eder. Bunlar san’at adamları içindir ki tarih hepsinden bahsedecektir.
– Elbet Paşam. Maksadım, o günlerin vak’alarını bizzat zati âlinizden öğrenmektir. Askerliğe temas eden noktaları ben de anlamam. Bunun üzerine Paşa izaha başladı.
Evvelâ Sofya sefareti ataşemiliterliğinden buraya çağrılmış ve Tekirdağ’da 19’uncu fırkayı teşkile memur edilmiş ve bu kuvvetle Eçe limanı, Seddülbahir ve Morto limanı arasındaki sahilin muhafazasına memur olmuş. Esasen Balkan harbinden beri bu araziyi iyice tanırmış.
Dedi ki:
– Benim kanaatime göre düşman ihraç teşebbüsünde bulunursa iki noktadan teşebbüs ederdi:
Biri Seddülbahir, diğeri Kabatepe civarı… Ve benim noktai nazarıma göre düşmanı karaya çıkartamadan bu sahil parçalarını doğrudan doğruya müdafaa etmek mümkündü. Binaenaleyh (bundan dolayı) alaylarımı, böyle sahilden müdafaa edecek surette yerleştirdim. Bu vaziyet takriben şubat 1330…
Mustafa Kemal Paşa, kendisinin Maydos mıntıkası kumandanlığı esnasında cereyan eden mühim vak’aları şu suretle hulâsa etti: Düşman bir defa Seddülbahir’e ve Kumkale’ye asker çıkarmak teşebbüsünde bulunuyor. O zaman, hep ağızlarda işitip okuduğumuz bir Mehmet Çavuş çıkıyor, toprağımıza ayak basan düşmanı tekrar denize atıyor.
– Düşman bu karaya asker çıkarmak teşebbüsünü neden denedi?
– Bu hareket bir keşif olarak kabul edilebilir. Bir de malûm olan 5 mart vardır.
– Ki asıl bizi alâkadar eden de odur, Paşa Hazretleri.
– Fakat bu tamamen bahrî (denizle alakalı) bir harekettir. Sahil müdafaası Cevat Paşa Hazretlerinin tahtı emrinde (emri altında) bulunuyordu. Benim bu hareketle alâkam, dolayısiledir. Yalnız 5 mart gününün sabahı Cevat Paşa Hazretleri… Maydos’ta bulunan karargâhıma gelmişti. Kendisine Seddülbahir sahil mıntıkasındaki tertibatı göstermek üzere beraber Kirte’ye gittik. Oraya vardığımız zaman, düşman donanmasının Kirte ve Alçıtepe istikametlerinde açtığı ateşin altında kaldık.
– O vakit ne yaptınız efendim?
– Bunun üzerine bendeniz…
– Estağfurullah…

O gün sahil bataryalarımızda bulunanlar sonuna kadar vazifelerini ifa etmişlerdir.

101742

– Mezkûr mıntıkanın muhafazasına memur 26’ncı Alay kumandanına icap eden talimatı şifahiyemi (sözlü emrimi) verdim. Ve Cevat Paşa ile birlikte vazife başında bulunabilmek için Maydos’a döndük. Düşmanın mağlûbiyetiyle neticelenen bu 5 mart muharebeyi bahriyesinde kara mıntıkasının muhafazası benim uhdemde idi. O gün, düşmanın bazı gemileriyle sahili ateş altında bulundurmuş olmasından başka zikre şayan hiçbir şey vuku bulmamıştır. O gün sahil bataryalarımızda bulunan askerler, zabitler ve kumandanlar cidden şayanı takdir bir fedakârlıkla, hani cesaretin, tevekkülün haddi azamîsiyle sonuna kadar toplarını kullanmışlar, vazifelerini ifa etmişlerdir. Düşünün ki birçok çökmeler, infilâklar, yangınlar, zayiat arasında, daimî ateş karşısında, muharip endahtlar (düşman savaşçısının kurşunları) altında bunlar hiç titremeden vazifelerini yapmışlardır.

Düşmanın mağlûbiyetiyle kapanan bu hâdisei bahriyeden sonra, Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin, Fransızların boğazı yalnız donanmaları ile zorlayarak bir maksat elde etmekten ümidi kestiklerine hükmediyor ve mutlak tekrar sahile adam çıkarmak teşebbüsünde bulunacaklarına ihtimal veriyor. Bunun için maiyetindeki kıt’alara “teyakkuzda” bulunmalarını emrediyor. Kuvvetinin artırılması için lâzım gelen yerlere resmî müracaatlarda bulunuyor. Kuvvetini artırıyor. Ve o mıntıka kumandanlığına Halil Sami Bey isminde diğer bir zat tayin olunuyor! O zaman kaymakam (Yarbay) rütbesinde bulunan Mustafa Kemal Bey de kumanda ettiği fırka ile icabında Gelibolu civarına, icabında Anadolu cihetine harekete müheyya (hazır) bulunmak üzere “ihtiyatı umumî” olarak terkediliyor. Rumeli sahili mıntıkası muhafazasına yalnız o miralay beyin fırkası tahsis ediliyor.
Bu sıralarda, yani mart içinde Mustafa Kemal Bey’in fırkasından bir alay, Çanakkale’ye geçiriliyor; fakat gene iade olunuyor. Mustafa Kemal Bey de bütün fırkasını Bigalıköyü civarında bulundurmayı muvafık görüyor. Fırkası beşinci ordunun ihtiyatı umumîsi olarak Bigalıköyü ve bunun cenubuşarkîsindeki Maltepe, Mersintepe civarında bulunan konaklarla ordugâhlarına yerleşiyor. Kumandan aldığı emir mucibince icabında Bolayır’a hareket etmeye, Çanakkale cihetine vapurla geçmeye müheyya (hazırlanmış) bir halde bulunuyor. Emre intizaren bütün kıt’alarını talim ve terbiye ile iştigal ettiriyor.
– İşte o günlerden birinde, 12 nisan sabahı idi ki Arıburnu’nda bir hâdise cereyan etmekte olduğu, işitilen gemi toplarının sesinden anlaşılmıştı.
Bütün fırka kıtaatının harekete hazırlık derecesi tezyit edildi. Bir taraftan Maydos mıntıkası kumandanlığından malûmata intizar etmekte idim, diğer taraftan da ya kolordunun veya ordunun emrine… Yalnız fırkanın süvari bölüğüne – istihsali malûmat için – Kocaçimen’e hareket etmesi emrini verdim.

Türkiye’nin mukadderatını tayin edecek boğuşmaya doğru gittiğimizi duyuyordum.

101782

Bu sırada idi ki Üçüncü Kolordu Kumandanı Esat Paşa Hazretleriyle Gelibolu’dan telefonla görüşülmüştür. Müşarünileyh (ismi evvelce söylenmiş olan) de henüz cereyanı ahval hakkında vazıh malûmat edinememiş olduğu bildirmiştir. Öğleden evvel saat altı buçukta idi, Halil Sami Bey’den vücud eden (gelen) bir raporla düşmanın Arıburnu sırtlarına çıktığı anlaşılıyor ve buna karşı benden bir taburun mezkûr düşmana karşı sevki isteniyordu. Gerek bu rapordan, gerek Maltepe’de icra ettiğim hususî tarassudat (gözlemleme) neticesinde bende hâsıl olan kanaati kat’iyye, öteden beri imali fikir ettiğim gibi, düşmanın Kabaktepe civarında mühim kuvvetle karaya çıkmaya teşebbüsü, demek ki, vukubuluyordu. Binaenaleyh bu işin içinden bir taburla çıkmak mümkün olamayacağını, herhalde evvelce tahmin ettiğim gibi bütün fırkamla düşmana incizabın (çekilmenin) gayri kabili içtinap olduğunu takdir ediyordum. Artık hiçbir şeye intizar etmeyerek karargâhımın bulunduğu Bigalıköyü’nde ikamet eden birinci piyade alayı ile cebel bataryasının derhal harekete geçmek üzre amade bulundurulmalarını, kumandanlarının da emralmak üzre yanıma gelmelerini bildirdim.

Yapraklarını muttasıl ağır ağır çevirmekle meşgul olduğu defterinin sahifelerine, dudaklarında tüten cıgara dumanları arasından bakarak:

– Altı maddelik bir emir not ettirdim, dedi. Bu emir maiyet cüzütam (birlik) kumandanlığına da tebliğ olunacaktı. Bundan başka üçüncü kolordu kumandanlığına da telefonla arzedilmek üzre bir rapor yazdırdım. Vaziyeti ve vaziyetimi ve teşebbüsümü anlattım.

Büyük bir hareketin inkişaf etmekte olduğu(meydana geldiği), memlekete Çanakkale harbinde unutulmaz hizmetler eden, muhakemesi süratli, kararları kat’i genç bir kumandanın bütün kıt’alarıyla tehlikeye atılma müheyya vaziyeti karşımda, bu anda sakin sakin kâğıtlarını çeviren, içinden bana verebileceği notları mülâhaza ile seçen kumandanın yüzünde ve sözlerinde o kadar vuzuhla seziliyordu ki… Türkiye’nin mukadderatını tayin edecek boğuşmaya doğru gittiğimizi heyecanla duyuyordum.

– Bundan sonra kıt’alarını yürüyüşe müheyya (hazır) olarak içtima ettirmiş bulunduran 57’nci alay, -meşhur bir alaydır bu, çünkü hepsi şehit olmuştu -kumandanları ve sertabip (başhekim) ve bir yaverimle bir emir zabitim beraber olduğu halde içtima mahalline gittim. Basit bir tertiple Bigalıderesi boyunca giden yol üzerinde alayı bizzat yürüyüşe geçirerek Kocaçimen Tepesi’ne tevcih ettim.

Yolda giderken kumandanlarına olsun, sertabibe olsun şifahî izahatı lâzıme veriyordum. Takip ettiğimiz dereden bizi Kocaçimen’e isal edecek muayyen bir yol olmadıktan başka Kocaçimen’e varmak için atlamaya mecbur olduğumuz saha da pek ziyade fundalık, sa’bülmürur, kayalıklı derelerle mali idi. Bir yol bulup kıt’ayı sevke delâlet etmesi için topçu taburu kumandanını tavzif (vazifelendirmek) ettim.

Mustafa Kemal durgun dakikalarının boşluğunu edebiyatla dolduruyordu.

101826

– Zati âliniz ne ile gidiyorsunuz efendim?

– Ben? Atla!.. Bu kumandanlar da atlarının üzerinde tabiî… Biz hepimiz kıt’anın başında gidiyoruz. Onlar yaya gidiyorlar.

Bu zat kayboldu. Ondan sonra batarya kumandanını memur ettim. Bu da başını alıp Kocaçimen Tepesi’ne kadar gitmiş, delâletinden(kılavuzluğundan) istifade edilemedi.

– Yani müşkülât. Muharebenin kurşunlardan, güllelerden evvelki sıkıntıları?

– Evet. Bizzat yol bulmak ve müfrezeyi oradan sevk etmeden suretiyle Kocaçimen Tepesi’ne muvasalat edildi(erişildi). Şimdi Kocaçimen Tepesi’ni tasavvur buyurun: Kocaçimen şibihcezirenin en yüksek tepesidir. Fakat Arıburnu noktası zaviyei meyyite içinde(ölü noktada) kaldığından buradan görülmüyor. Şimdi şu haritadan bakın.

Sir Hamilton’un raporunda bulunan haritalardan birine baktık. Bu vaziyeti pek etraflı anlatamıyordu. Paşa çıngırağı gene çaldı. İki dakika sonra kapının yanında bir mahmuz şıkırtısı… Asker, Paşanın askerî ceketindeki cepten haritayı alması için emir telâkki etti. Beş on dakika sonra girdi. Bulamamış. Paşa gülümseyerek müsaade istedi. Bizzat gitti.

Yalnız kaldığım müddetçe odayı seyrettim. Duvarda hep asker resimleri, Balkan muharebesinin, Trablus muharebesinin, Hareket Ordusu yürüyüşünün, Mektebi Harbiye talebeliğinin hatıraları asılı idi. Bir kelebek şeklinde açılmış şal örtünün altında Paşanın genç kazak zabitlerini hatırlatan kalpaklı ve haşin bakışlı bir agrandismanı(büyütülmüş resim) vardı.

Yazıhanesi üzerinde bir Çerkez kamasının yanı başında Balzak’ın Kolonel Şaber (Colonel Chabert)i, Mopasan (Maupassant)ın Bul dö Süif (Boule de suif)i, Lavedan’ın Servir’i duruyordu. Şüphe yok ki Paşa, sükûnetli dakikalarının boşluğunu edebiyatla dolduruyor.

Zira harp sahasında kalın paltolarla kaba çizmelerin içinde uykusuz üç dört gece geçiren bu zat salonlarda pek mahirane vals edermiş; tanıyanlar Mustafa Kemal Paşa’yı yalnız gözü yılmaz bir kumandan diye değil aynı zamanda salonlarda pek lezzetle aranan nazik, terbiyeli ve zeki bir kavalye diye anıyorlar.

Büyük bir aynanın yanı başında asılı duran bir fotoğrafı nazarı dikkatimi celbetmişti. Ona bakıyordum: Yeniçeri kılığında Mustafa Kemal Paşa. Tam o esnada kendisi, elinde haritalar, içeri girdi. Ve ona baktığımı görünce gülümsedi.

Kalın ve azimkâr sesiyle:

– Evet Sofya’da bir balkostüme hatırası, dedi.

Düşman tepeye gelmiş ve bana benim askerlerimden daha yakın.

101864

Gene şal örtülü masanın başına geçtik. Ve 12 nisan muharebesine avdet ettik. Paşa: Binaenaleyh, diye başladı, anlıyorsunuz ki, orada denizde bulunan gemilerden ve zırhlılardan başka hiçbir şey görmedim. Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin henüz oradan uzak olduğunu anladım. Efrat o müşkül araziyi bilâ tevakkuf kat’etmek yüzünden yorulmuş ve yürüyüş umku pek ziyade derinleşmişti. Alay ve batarya kumadanına efradı tamamen toplayıp küçük bir istirahat vermelerini söyledim. Denizden mestur(gizlenmiş) olarak on dakika kadar tevakkuf(durmak) edecekler, sonra beni takibedeceklerdi. Ben de, arada bir Aptalgeçidi vardır, o Aptalgeçidi’nden Conkbayırı’na gidecektim. Yanımda yaverim, emir zabitim ve sertabip ile oralarda tekrar bulduğumuz fırka cebeltopçu taburu kumandanı olduğu halde evvelâ atlı olarak yürümeye teşebbüs ettik, fakat arazi müsait değildi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı’na vardık.

Şimdi burada tesadüf ettiğimiz sahne en enterasan bir sahnedir. Ve vak’anın en mühim anı bence budur.
Paşa tekrar bir sigara yakıyor ve birkaç yaprak daha çevirdikten sonra, haritasını alıp şöyle izah ediyor:
Bu esnada Conkbayırı’nın cenubundaki 261 rakımlı tepeden sahilin tarassud(gözetleme) ve teminine memuren oralarda bulunan bir müfreze efradının Conkbayırı’na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Size şu muhavereyi aynen okuyacağım! Bizzat bu efradın önüne çıkarak:
– Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
– Efendim düşman! dediler.
– Nerede?
– İşte, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Filhakika(hakikatte) düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve kemali serbestiyle(çok serbest bir şekilde) ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat(askerler) on dakika istirahat etsin diye… Düşman da bu tepeye gelmiş… Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir vaziyete düçar(uğramak-yakalanmak) olacaktı. O zaman artık bunu bilmiyorum, bir muhakemei mantıkıye midir, yoksa sevki tabiî ile midir, bilmiyorum.
Kaçan efrada:
– Düşmandan kaçılmaz, dedim.
– Cephanemiz kalmadı, dediler.
– Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasını yetişebilen efradının “marş marş”la benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir zabitini geriye saldırdım. Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu andır.

Muharebeyi Conkbayırı’ndan idare edeceğimi alay kumandanına bildirdim.
Bir koca muharebenin ufacık bir lâhzeye(göz açıp kapayıncaya kadar olan zaman) bağlı olduğunu, hatta bir memleket hayatının fena kullanılmış bir an yüzünden tehlikeye düşebileceğini, burada olduğu gibi iyi kullanılmış bir anın ise bir muharebenin ve bir vatanın mukadderatını iyileştireceğini o dakikayı görür gibi canlanmış bir ifade ile duymak insanın tüylerini ürpertiyordu!

Mustafa Kemal Paşa dedi ki:
– Kolun başında bulunan bölük yetişti. Bu bölüğe cephanesiz bölüğü takviye ederek ateş açmasını emrettim. Yanıma gelmiş olan alay 57. tabur 2. kumandanı Yüzbaşı Ata Efendi’ye bütün taburlarıyla bu bölüğü takviye ederek 261 rakımlı tepe üzerinden düşmana taarruz etmesini emrettim. Cebel bataryasına Suyatağı’nda mevzi aldırarak düşman piyadesi üzerine ateş açtırdım. Dereye saptığından biraz geciken diğer bir tabur, kumandanı üzerinden açılarak taarruza iştirak etti. Bundan sonra idi ki alay kumandanına bütün alayı ile benim tevcih ettiğim istikametlerde düşmana taarruz etmesini emrettim.
– Zati âliniz o esnada nerede bulunuyordunuz?
– Ben de bataryanın yanında idim.
– Bizim o ilk alay saat kaç sularında taarruza başladı?
– 57’nci alayın taarruza başlaması… durun size söyleyeyim… (defterine baktı ve) öğleden evvel saat on raddelerinde idi. O esnada 9’uncu fırkaya mensup süvari zabitanından mülâzımievvel Mehmet Salih Efendi yanıma geldi.
Ve 27’nci alayın Kocadere garbındaki sırtlardan Kemalyeri üzerinde düşmanla muharebeye başladığını haber verdi. O zabitle mezkûr alay kumandanına, düşmanın sol cenahına taarruz etmekte olduğumu, 27’nci alayın da karşısındaki düşmana taarruz etmesini, henüz Bigalı civarında bulunan 19’uncu fırka kısmı küllîsini Kocadere istikametine celbedeceğimi, bu emri kendisine isal (ulaştırmak) eden süvari mülâzimi Salih Efendi’yi tekrar nezdime iade etmekle beraber benimle daima irtibatı muhafaza etmesini, muharebeyi Conkbayırı’ndan idare edeceğimi emrettim, bildirdim. Bigalı’da bulunan fırka erkânı-harbine de emir atlısı ile bir emir gönderdim. Dedim ki:
İzzettin Bey (Rahmetli Gn. İzzettin Çalışlar): Alay 72 Maltepe’ye takarrüb etmesin (yaklaşmasın). Sıhhiye bölüğü Kocadere’ye gelsin (hepsi).
Alay 77 Kocadere şarkına takarrüb etsin. Ve bu raporu üçüncü kolordu kumandanına veriniz.
– O raporu, askerî bir mahzur görmüyorsanız, istinsah(kopyasını almak) edebilir miyim? Çünkü harp meydanında hemen o müthiş vak’alar cereyan etmekte iken şiddet ve heyecanla yazılmış canlı ve kıymetli bir harp tarihi vesikası olurdu.
– Hayhay, bunu verebilirim, yazınız.

Şifahi emrim: Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum.

101708

Üçüncü Kolordu Kumandanlığına Arıburnu şimalindeki sırtlar.

Saat dakika
12 nisan 10.24 evvel
Düşmanın karaya çıkmış bulunan piyadesi Arıburnu ile Kabatepe arasında bir buçuk kilometre kadar bir cephedeki sırtları işgal etmiştir. 27’nci alay düşmanı şark cephesinde sekiz yüz metre mesafede işgal ediyor. Düşmanın tamamen sol cenahında altı yüz metre mesafeden taarruza başladım. Yalnız piyadeden ibaret olan düşmanı bir alay tahmin ediyorum. Muharebe devam ediyor. Bir saat kadar ateş muharebesinden sonra düşmanın 261 rakımlı tepeye kadar ilerlemiş olan kıtaatının ricate(geri çekilmeye) başladığı görüldü.
İşte raporun size verebileceğim kadar kısmı bu. Yine hikâyemize devam edelim, olmaz mı? 57’nci alay, verdiğim emir üzerine şiddetle takip ediyordu, 27’nci alay kumandanından emrimin alınıp alınmadığına dair bir haber gelmedi. Bununla beraber gerek bizzat benim, gerek yanımdaki zabitlerden tarassut için ileri gönderdiklerimin neticei tarassudumuzdan bu alayın da taarruz etmekte ve ilerlemekte olduğunu anladım.
– Pek iyi Paşa Hazretleri, böyle bu kadar şiddetle hücum eden düşmanı bu kadar süratli bir surette ricate mecbur eden amiller nedir?
– Evet, bu suali sormakta hakkınız var. Arzedeyim: Şimdi saat on bir buçuk evvelden sonra vaziyet bence şu idi:
Düşmanın karaya çıkmış olan kuvveti, sekiz taburdan fazla idi. Şimdi bu sekiz taburluk kuvvet kendisiyle gayrimünasip gayet geniş bir cephe üzerinde “261”e kadar şimalen, ve Kemalyeri’nin bulunduğu sırtların garp yamaçlarına kadar şarkan ilerleyebilmişti. Fakat bu uzun cephe hattı, ziyade manialı birtakım derelerle kesik bulunuyordu, bu sebeple düşman kendi cephesinin hemen her noktasında zayıf idi. Conkbayırı şimalinde mevzi alan 19’uncu fırkanın seri cebel bataryası Arıburnu ihraç(çıkarma) noktasını ateş altına aldığı için düşmanın henüz ihraç etmeye devam ettiği kıtaatın ihracı hem müşkülâta, hem de teahhura uğradı(geri kaldı). 57’nci alayın Conkbayırı ve Suyatağı hattından “261” istikametinde ve dar cephe ile kesif olarak düşmanın pek nazik ve mühim olan sol cenahına yüklenmesi iki taburdan ibaret olan 27’nci alayın da Merkeztepe istikameti umumîyesinde geniş cephe ile düşmana atılması düşmanı ricate mecbur etmiştir.
Fakat bence bu tabiye vaziyetinden daha mühim olan bir amil vardır ki o da herkes öldürmek ve ölmek için düşmana atılmıştı.
Bu öyle alelâde bir taarruz değil, herkesin muvaffak olmak veya ölmek azmiyle harekete teşne(heveskar, istekli) olduğu bir taarruzdur. Hattâ ben, kumandanlara şifahen verdiğim emirlere şunu ilâve etmişimdir:
– Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar kaim olabilir(yerimize geçebilir).

Kumtepe’yi görmezlikten gelmek bize çok pahalıya patlayabilirdi.

101976

Bu sözler Paşanın göğsünden o kadar azimle çıkıyordu ki, muhakkak, kumandan o günü hayalinde tekrar yaşatıyordu. Bunları duydukça muharebe vasıtaları ne kadar ilerlerse ilerlesin, her şeyin fevkinde gene ruh azminin, bir gaye uğruna fedakârlık etmenin bulunduğuna inanıyordum.

– Şimdi bu böyle, efendim? Fakat akşama kadar daha çok zaman vardı. Bu sıralarda idi ki 9’uncu fırka kumandanından haber getiren bir zabit, düşmanın Kumtepe’ye kuvvet ihracına başladığını ve orada kuvvetimiz bulunmadığını, 19’uncu fırkaca bu cihetin nazarı dikkate alınmasını, 9’uncu fırka kumandanının tekmil kuvvetleriyle Kirte’ye gittiğini bildiriyordu.
Kumtepe, Kilidülbahir’e (Kilitbahir) en yakın ve pek müessir bir noktadır. Burasını müsamaha(görmezlikten gelmek) etmek bütün maksatları zıyaa(kayba) uğratabilir. Binaenaleyh derhal hatırıma gelen şey, Arıburnu’nda muharebeye iştirak eden kuvvetleri taarruza devam ettirmek ve fırka kısmı küllîsiyle bizzat Kumtepe’ye yetişmek oldu. Buna dair icap eden emirler verildi. Fakat bizzat fırka kısmı küllîsine mülâki(kavuşmak) olmayı tercih ettiğim için hemen hareket ettim. Kumandan hemen hareket ediyor. Ve Kocadere’de 77’nci alaya, ondan sonra da 27’nci alaya mülâki oluyor. Öğleden sonra saat bir raddelerinde Maltepe’ye yaklaştığı sırada bazı seslerin kendi ismini çağırmakta olduğunu işitiyor. Seslerin geldiği tarafa yaklaşıyor. Bakıyor ki kolordu kumandanı Esat Paşa ve maiyeti erkânı harbiyesi… Mustafa Kemal Bey, müşarünileyhe gelmiş olan son raporu okuyor. Ve görüyor ki bu rapor aynı zamanda kendisine de aitti ve biraz evvel gelip düşmanın Kumtepe’ye çıktığını haber veren zabit, bu raporun mealini söylemiştir. Halbuki okuduğu tahrirî rapora nazaran düşmanın Kumtepe’ye çıktığı doğru değildir.
– Bakınız bu raporun şifahen tebliğinde bir “Kumtepe’ye asker çıktı” cümlesinin ilâvesi bütün tetkik kararlarına yer değiştirebiliyor, iş bu suretle anlaşıldıktan sonra kolordu kumandanı paşa hazretleri kararımı sordular. Mustafa Kemal Bey de tekmil kuvvetle Arıburnu’ndaki düşmana taarruza devam edeceğini arzediyor. Kolordu kumandanı paşa kabul ediyor ve Mustafa Kemal Bey derhal yanından ayrılıyor, muharebe meydanına geliyor. 77’nci alayı 27’nci alayın solundan düşman sağ cenahı aleyhine taarruza geçiyor. İhtiyatlarını, sahra bataryasını lâzım gelen yerlere yerleştiriyor. Kendi de sağ cenaha gidip oradan muharebeyi idare ediyor.
Bizimkiler o kadar ilerlemişler ki düşman ricatine devam ediyor, hattâ kısmen sandallara binmekle bile iştigal ediyormuş. Fakat akşam olmuş. Gecenin hulûlüne kadar muhtelif emirlerle hücuma sevkedilmiş olan cüzütam kumandanları, fırka kumandanının ısrarı üzerine, ta ki düşman tamamıyla tardedilsin diye savletlerine devam etmişler ve pek de muvaffakiyetli hücumlarda bulunmuşlarsa da düşmanı kâmilen sürememişler.
Gece de pek ilerleyince muharebe kesilmiş. Bu anî sükûnet fırsatında düşman karaya yeniden asker çıkarmakta devama başlamış.

12 nisan muharebesi İngilizlerin bütün planlarını mahvetmişti.

102038

Paşa:

– Demek ki, dedi 12/13 gecesi vaziyet hakkında hiçbir taraftan sahih malûmat alamıyorum. Gece karanlığından dolayı manzarai harbi gözümden kaydediyorum. Ve vaziyeti etrafıyla anlayabilmek için sabaha kadar cepheyi bizzat dolaşıyor, oradan, telefon merkezi yapılmasını emrettiğim Kocadere’ye geliyorum. Orada vâkıf olduğum yeni vaziyete göre sağ cenahtaki ihtiyat kuvvetlerini alıp merkeze ve sol cenaha yaklaştırıyorum. Kendim de bilâhare Kemalyeri unvanını alan merkezden muharebeyi idare ediyorum.
Muharebenin yalnız bir gününü dinlemek insanın içinde helecanlar, coşkunluklar, her adımda bir fışkıran binlerce beklenmedik zorlukların ağırlığını dolduruyordu. Sordum ki:
– Arıburnu vakayii yalnız bundan mı ibarettir?
Paşa ruhumda dehşetler uyandıran o boğuşma sahnelerini, o kan ve barut kokan manzaraları keşfetmiş tecrübeli bir adam temkiniyle gülümsedi:
– Ne o, yoruldunuz mu? Daha bu, vak’anın başlangıcıdır. Benim Arıburnu’nda 12 nisan dahil gününden 4 mayıs dahil gününe kadar 23 günlük “Arıburnu kuvvetleri” kumandanlığım ve ondan sonra da bütün cephenin sağ cenahında tekrar yalnız 19’uncu fırka kumandanlığım vardır. Bu müddet zarfında birçok vakayii harbiye cereyan etmiştir. Biz yalnız en mühim günleri işaret edebiliriz.
Ve önünde duran sigara paketini uzattı. İkimizin de küllüğü dolmuştu. Paşa çıngırağı çaldı. Arkamızdaki mahmuz şıkırtısına:
– Çocuk, bize iki kahve daha yapın, sonra da şu sobanın ateşi sönmesin, dedi.
– Başüstüne Paşam.
Ve yine çalışmaya başladık:
Düşman 13 nisanda, yani geceden beri ihracına devam ettiği kuvvetlerle yeniden birinci hattını takviye ediyor, evvelâ sol cenahla merkezde bulunan kıtaatımıza faik (üstün) kuvvetlerle taarruza geçiyor. Fakat kıtaatımız faik düşman kuvvetinin süngü hücumundan kendini korumak şartıyla arada bir mesafe muhafaza etmek üzere mağlûbiyetten sıyanet ediliyor(kurtulunuyor). İşte bu suretle 13 nisan günü, mağlûp olmadan kazanılıyor.
Paşa dedi ki:
– Bu, askerimizin en mühim surette fedakârlığı, kahramanlığı demeyim -çünkü Türklerin bundan daha fazla fedakârlık gösterdikleri günleri hatırlıyorum -herhalde sebat ve metaneti, zabitlerimizin olsun, kumandanlarımızın olsun cesareti, azmi sayesinde kazanılmış mühim bir gündür. Diyebilirim ki benim en namüsait vaziyetim 13 nisan günü idi. Çünkü beş İngiliz livasına karşı duran kuvvetim dünkü, yani 12 nisan günkü, şanaver şedit savlet(çok şiddetli saldırı) ve taarruzlarla zayiata uğrayan 57’nci alaydan, ikişer taburlu olan 27 ve 77’inci alaylarla, gayri kabili istifade bulunan 72’nci alaydan ibaretti. Hakikaten 12 nisan muharebesiyle Arıburnu cephesi muvaffakiyetinin temelini kuran, İngilizlerin bu cephede azmini kırıp plânını mahveden, bu kuvvetti. 14 nisan günü daha iki alay kuvvetin tahtı emrime gireceği anlaşıldı. Bunun üzerine düşmana tekrar taarruza karar verdim.

Sağ cenahımız karşısında düşman askeri sahile sığınmak zorunda kaldı.

102055

13/14 nisan gecesini Kocadere köyünde geçirmiştim. Kat’î kararımı fecre(şafak vakti, tan yerinin ağarması) yakın bir zamanda verdim. O zamanda ki düşman Kabatepe istikametinden Kocadere köyünü donanmasıyla ateş altına almıştı. İşte icap eden taarruz emri bu ateş altında yazılmıştır. Bu emir, emiratlıları ile cüzütam(birlik) kumandanlarına gönderildi. Sonra ben de bizzat Kemalyeri’ne gittim.
Saat yedi ile sekiz arasında sol cenah ve cephede taarruza başlandı. Bundan sonra idi, sağ cenahta da kıt’alarımızın taarruz hareketlerini görüyordum. Taarruz bütün cephe üzerinde muvaffakiyetle devam ediyordu. Düşman Kanlısırt’ta firar suretinde ricate başlamıştı. Kırmızısırt’ta ricate başladı. Saat 10’dan sonra sağ cenahımızda düşmanı tazyike başladı, ricate mecbur etti. Ve takibe koyuldu. Zeval (güneşin batışı) sıralarında idi ki düşmanın Kanlısırt’ta ricat eden aksamından baki kalmış olanlar Kırmızısırt’ta da en son ricat ettikleri avcı hendekli mevziinde tüfeklerini bırakarak hemen heyeti kâmilesiyle siperlerinin önüne çıkmış, şapka, beyaz mendil, bayrak sallayarak teslim olmak istiyorlardı! Bütün bu manzaraları Kemalyeri’nden ben ve tekmil maiyetim dürbünsüz olarak seyrediyorduk.
Bu aralık gerek fırka erkânı harbi İzzettin Bey’den aldığım raporlardan, gerekse bizzat müşahedelerimden anlıyordum ki düşmanın Arıburnu şarkındaki sırtlarda hiçbir faaliyeti kalmamıştır. Sağ cenahımız karşısında düşman efradı sahile iltica (sığınmak) etmiştir.
Yalnız ricat noktasına uzak kalan düşmanlar Kanlısırt’la Kırmızısırt’taki vaziyetlerinden dolayı, Merkeztepe’de kalmış olan aksamı da sağ cenahımızın Kömürkapıderesi ve Bombasırtları’na kadar ilerleyerek bilhassa Yükseksırt’ta aldıkları hâkim vaziyetten dolayı çekilmiyorlar, ister istemez sebat gösteriyorlardı.
Düşmanın asıl sebatı Yükseksırt’ın garbında ve Haintepe’de görülüyordu. En nihayet gece hulûl edince, kıtaatın fevkalâde yorgun olduğu da anlaşılınca kazanılan muvaffakiyetle iktifa olundu. Muharebe tevkif edildi (durduruldu), tutulan, kazanılan hatlarda tahkimat icra etmeleri emri verildi.
15 nisan günü görülen vaziyet şu:
Düşman sağ cenahımız karşısında Yükseksırt’ın sahile müteveccih kısmında, Kömürkapıderesi içinde yamaçlara tutunmuş bir halde, buna mukabil bizim kıt’alarımız Cesarettepe’deki düşman hattı bâlâsında, bunun karşısındaki kıtalarımız da Edirnesırtı’nda Kırmızısırt ve Kanlısırt’ta imiş. Hattı bâlâ(tepelerin en yüksek noktalarından geçtiği itibar edilen çizgi) tekrar tekrar düşman tarafından işgal edilmiş ve buna mukabil kıt’alarımız mezkûr hattı bâlânın şarkında ve karşısında mevki tutmuş. Düşman gündüz de ihraca devam ediyormuş. Karaya çıkarılan düşman kuvvetleri ileriye sevkedilerek ön hatlar takviye ediliyor, hatlar takviye edildikçe de umumî vaziyetini tashih edebilmek için cephenin bazı noktalarında faaliyette bulunuyormuş.

Karşımızda bulunan düşmanı denize dökeceğimize inancım tamdır.

102109

Bu faaliyetler sırasında, Kanlısırt cihetinden düşman sol cenahımızı sabahtan beri tazyik etmekte imiş. Bu taarruzu tevkif edilmiş. O gün düşmanın dokuz nakliye gemisinden karaya dökülen askerinden başka sekiz nakliye gemisinin daha ufuktan kıyılara doğru yaklaşıp büyümekte olduğu görülüyormuş. Bizim birinci hattımız düşmanın iki yüz, üç yüz metre karşısında bulunuyormuş.

Bu suretle gittikçe tekâsüf eden düşmanın karşısında beklemektense kat’î neticeyi kazanmaya kifayet edecek kadar kuvvet celbi için Mustafa Kemal Bey mafevk (üst) kumandanlara maruzatta bulunmuş. İstediği kuvvetleri alınca cephesi genişlediğinden muhtelif kumandanlarla daimî münasebette bulunmak zorlaşmış. Onun için cephesini muhtelif mıntıka kumandanlıklarına ayırmış.
16 nisan:
Düşman sağ cenahımıza taarruz teşebbüsünde bulunmuşsa da durdurulmuş.
17 nisan:
Sağ cenahımızdaki siperlerimize düşman taarruz etmiş. Fakat kıt’alarımızın mukabil süngü hücumları ile geri püskürtülmüş. Fakat tamamıyla yerleşen düşmanın yeniden mühim bir hücuma kalkışacağını muhtemel gören Mustafa Kemal Bey taze kuvvetlerle düşmandan evvel düşmana vurmayı kararlaştırmış. O zaman mıntıka kumandanlarını Kemalyeri nezdine celbedip şifahî talimatta bulunmuş.
O gün maiyetinde bulunan erkâna karşı söylediği sözlerden bazı kısımlarını bize vermesini kumandandan rica ettim ve şunları aldım: Zira taarruz emri vermeden evvel Mustafa Kemal Bey ruhlara hitap etmekten pek kuvvetli neticeler bekliyor. Onun için diyor ki:
“Düşmanın altı gündenberi iki defa taarruz ederek sarstığımız ve arazinin menaatinden (sarplığından) dolayı neticeye kadar şiddetli takip edememek yüzünden barınabilen aksamı himayesinde çıkarmakta olduğu ve fakat şimdiye kadar mahvettiğimiz kuvvetlerinin iki fırkadan fazla olduğu anlaşılmıştır. Seddülbahir’de Kumkale cihetinde de hal hemen aynı olmuştur.
Karşımızda bulunan düşmanı bire kadar hepimiz ölerek behemal denize dökmek lâzım olduğu kanaati vicdaniyesindeyim. Vaziyetimiz düşmana nazaran zayıf değildir.
Düşmanın kuvvei maneviyesi(maneviyatı) tamamen mahvolunmuştur. Mütemadiyen siper yapmakla kendisine bir melce (sığınılacak yer) aramaktadır. Siperleri civarına birkaç mermi düşmekle derhal kaçtığını kendi gözlerinizle gördünüz. Düşmanı büsbütün kaçırmamak için daha çok teemmüle (düşünmek) lüzum yoktur.
İçimizde ve kumanda ettiğimiz askerlerde Balkan hacaletinin (utancının) ikinci bir safhasını görmektense burada ölmeyi tercih etmeyenlerin bulunacağını kat’iyyen kabul etmem.
Şayet böyleleri olduğunu hissederseniz derhal onları kendi ellerimizle kurşuna dizelim.

Düşmanın sıkışmış olduğunu bildiği için mutlaka taarruza karar veriyor.

102141

Şimdiye kadar ihraz(kazanmak) ettiğimiz muvaffakiyeti tamamlamak için emrime verilen taze kuvvetleri hattı harbe vasıl olmaktadır.”

Ve ruhları bu hitapla dolan kumandanlara, edecekleri taarruz hakkında lâzım gelen emirleri veriyor, tertibatını da kolordu kumandanlığına arzediyor. Kararı oraca da tasvip görüyor.
Bunun üzerine 18 nisan tarruzu vukubuluyor ki onun neticesinde husule gelen vaziyet, Paşaya nazaran o günden sonraki hareketlerin hiçbirisiyle “kabili tebeddül (kıyaslanmayacak) olmayan vaziyet”tir.
Şöyle ki: “Saat beş evvelden itibaren bir taraftan topçularımızın ateş açması ile diğer taraftan müteakıben yeni gelmiş olan 14’üncü alayın Boyun ve Merkeztepe’ye doğru ilerlemeye koyulmasıyla bütün cephe üzerinde topçu ve piyade muharebesine başlamış oluyoruz”. Düşmanın karada yalnız bataryası varmış. Kıt’alarımızla düşman hatları arasında mesafe pek az olduğu için düşman bataryaları piyademiz üzerine hiçbir tesir yapamıyorlarmış.
Yalnız düşmanın harp gemileri, bilhassa Kabatepe cihetinden muharebe hatlarımızın gerilerini şiddetli ve devamlı ateşler altında bulundurmaktan bir an hali kalmıyormuş.
Paşadan kendisinin bu muharebeyi nereden idare ettiğini sordum:
– Ben bu muharebeyi Kemalyeri’nden idare ediyorum, dedi.
Çünkü o yerden bütün düşman mevzilerini, sağ cenahtaki bazı kısımlar müstesna olmak üzere, bütün düşman mevzilerini, sonra da hemen bütün kıt’alarımızın hareketlerini göz altında bulundurabilmesi mümkünmüş.
Paşa dedi ki: “Düşmanın şiddetli piyade ve mitralyöz ateşleri karşısında 14’üncü alayın taarruzu bataetle (yavaş) ilerlemekte idi. Yalnız cebelden ibaret olan topçumuz düşman siperleri üzerine endaht (ateş etmek) ederek piyademizin ilerlemesini himaye hususunda pek ziyade, amma fevkalâde ziyade çalışmakta idi. Sol cenah kuvvetlerimizin taarruzları da görülmeye başladı. Saat 6.45 evvelde 14’üncü alayın gerisinde bulundurulan 125’inci alayın kısmı küllîsi Merkeztepe istikametinde 14’üncü alaya takrib (yaklaştırma) edilmişti. Sol cenah kuvvetlerimizin daha ciddî taarrruz etmesini, sağ cenah kuvvetlerimizin de taarruzla 14’üncü alaya muavenette bulunmasını emrettim. Fakat saat 10.30 evvele kadar devam eden safhada düşmana pek müessir (etkili) olmamakta bulunduğumuzu görüyordum.”
Bunun üzerine tertibatta birçok teferruata müdahaleye lüzum görmüş. Bu baptaki (mevzudaki) emirlerinin kumandalara vusulüne (ulaşana) kadar, geriden sevk olunan takviye kıt’alarının muharebe cephesine muvasalatına kadar geçen zaman zarfında taarruzlarımızda bir durgunluk peyda olmuş, kumandanlardan bazıları taarruzun tevkifini, yahut hiç olmazsa geceye talikini (sarkmasını) rica etmekte imişler. Halbuki Mustafa Kemal Bey düşmanın hakikaten büyük bir tazyik (sıkışma) karşısında bulunduğunu bildiği için mutlaka taarruza karar veriyor.

Askerlerimizin süngüsünden başka güvenilecek hiçbir çare yoktu.

102185

– Bu tazyikin mevcut olduğunu ne suretle takdir edebiliyordunuz, efendim.

– Bir defa bulunduğum yer pek müsaitti. Bütün vaziyeti tekmil cüzütam kumandanlarından daha iyi görebiliyordum. Sonra da muhtelif membalardan malûmat alabiliyordum. Meselâ düşman kumandanının “buraya imdat yetiştiriniz” tarzındaki bir telsiz telgrafını mevkii müstahkemde bulunan telsiz telgrafımız kapmış. Bunu bana bildirdilerdi. Binaenaleyh başlanılan taarruza devam etmek lüzumlu idi.
Düşmanın imdat kuvvetleri yetişmeden evvel taarruzumuzu kat’î bir neticeye iktiran(ulaştırmak) ettirmek lüzumu aşikârdı. Sonra düşmanı bir an evvel sahillerimizden atma gayet vatanî bir vazife idi.
Maksadımı cüzütam kumandanlarına bildirdim. Bu maksadın tatbiki için askerlerimizin süngüsünden başka güvenilecek hiçbir çare yoktu. Elimde bulunan bütün kuvvetler ileriye yaklaşmış bir halde idi. Bir hücum savletiyle düşman mevzilerine girmeleri için borazanlarla, trampetlerle geriden şiddetli bir hücum emri verdirdim. Saat 4 sonra idi. Umum cephede ileri hareketi canlandı. Bilhassa merkez grubu savletle ilerlemeye başladı. Doğrusu bütün kıt’alarımız şayanı takdir bir surette ilerliyordu.
Gayet itidalle konuşan muhatabımın ağzında “şayanı takdir” terkibinin mühim mânası vardı. Bu terkip benim nazarımda tarifsiz fedakârlıklar, muhayyelesiz kahramanlıklar sahnesi demekti.
– Sonra ne oldu efendim?
Birçok efrat bazı yerlerde düşman siperlerine kadar girmeye muvaffak oldu. Fakat asıl keşif avcı hatlarımız düşman siperlerinin yirmi otuz, hattâ sekiz on metresinde durdu. Bizim askerlikçe bu mesafede hâlâ muharebenin bitmemiş olması şayanı istigrabdı (perişanlık). Çünkü eski nazariyata göre bu mesafenin pek çok fevkindeki bir mesafede muharebe neticesi taayyün etmiş olmak lâzım gelir. Halbuki düşmanın sebat ve ısrarı, kahraman askerimizin ölümden yılmaması böyle burun buruna gelindikten sonra da daha aylarca müddet pek kanlı muharebe safhaları görmek imkânını muhafaza etmiş oluyor.
Bu muharebe böyle saat dörtte burun buruna gelmekle taarruz durdu. Fakat muharebe olanca şiddetiyle devam ediyordu. Ben kemali ciddiyet ve şiddetle taarruz edilmek, bu taarruz ihtiyat ve istinat kuvvetleriyle iyi takip olunmak şartıyla neticei kat’iyyenin (kesin netice) kazanılacağına kaniydim. Ve bu kanaatimde musırdım. Bilhassa düşmana bu kadar yaklaşıldıktan sonra gecenin zulmetinden istifade edilerek düşman siperlerine atılmak pek mümkün olacaktı. Gece yarısına kadar bazı tertibatla iştigal edildi. Sonra bir gece hücum yapılmasını emrettim. Fakat sabaha kadar cereyan eden ahvale, hâsıl olan vaziyete nazaran düşman mevazii asliyesine girilemediği anlaşıldı.

Çanakkale muharebesini kazandıran Türk askerindeki yüksek ruhtur.

102237

Yirmi dört saatten beri devam eden muhabere askerin pek ziyade yorgunluğunu mucip olmuştu. Onun için verdiğim bir emirle taarruzu kestim. Fakat kazanılmış olan hattı takhim etmekten, orada mıhlanıp kalmaktan başka vatanı kurtaracak çare yoktu. Binaenaleyh lâzım gelen emri verdim.

Kıymetli bir harp tarihi vesikası olmak üzere Paşadan bu emrin son sözlerini aldım. Diyor ki:
“Benimle beraber burada muharebe eden bilcümle askerler kat’iyyen bilmelidir ki uhdemize tevdi edilen namus vazifesini tamamen ifa etmek için bir adım geri gitmek yoktur. Hâb-ü istirahat aramanın bu istirahatten yalnız bizim değil, bütün milletimizin ebediyyen mahrum kalmasına sebebiyet verebileceğini cümlenize hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın hemfikir olduklarına ve düşmanı tamamen denize dökmedikçe yorgunluk âsarı göstermeyeceklerine şüphe yoktur.”
Mustafa Kemal Paşa’nın umum Arıburnu kuvvetlerine şamil olan kumandanlığı 4 Mayıs 1331(1915) gününe kadar devam etmiş, bu müddet zarfında cereyan eden vak’alar içinde öyle mevziî mütekabil taarruzlardan başka hiç büyük muharebe yok. Fakat cidden kahramanlık sahneleri var. Meselâ bakınız Paşa ne anlattı:
– Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bombasırtı vak’asını anlatmadan geçemeyeceğim. Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak… Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayanı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelimei şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.
Paşa, Arıburnu kumandanlığından ayrılıyordu. Fakat gece olmuştu. Ben de Paşa’dan ayrılmaya mecburdum! Kendisine pek çok teşekkür ederek, iki gün sonra diğer safhalar hakkında malûmat almak için tekrar ziyaret edeceğimi söyleyerek kahraman elini sıktım.
Bana Kanije müdafii Tiryaki Hasan Paşa ile, yahut Plevne Aslanı Gazi Osman Paşa ile görüşmek mukadder olsaydı bugünkü muhavereden daha fazla mı bir heyecan duyacaktım?

Çünkü düşman yorgundur. Çok zayiat verdi ve mühim miktarda kırıldı.

102276

İKİNCİ SAFHA

Paşa yine aynı odada yine aynı sivil lacivert elbise ile oturmuş, önündeki mufassal haritadan son Alman taarruzunu takip etmekle meşguldü. Taarruz istikametlerini, tahmin ettiği neticeleri mesleğine âşık bir asker vuzuh (açıklık) ve samimiyetiyle anlattı.
Ve sonra:
– Bugün ikinci safhadan bahsedecektik, öyle değil mi, efendim? dedi. Bu ikinci safha harbin ikinci safhası değil, kumandanın o havalide deruhte ettiği vazifelerden ikincisidir. Bu zamanda, Paşa umum Arıburnu cephesine ait mütalealarda bulunmak salâhiyetini kendinde bulamıyor. Ancak sağ cenahta 19’uncu fırkanın başında bulunduğu sırada cereyan eden en mühim hâdise hakkında, yani 6 mayısta vukubulan umumî hücum hakkında biraz malûmat verdi. Bu umumî hücumda onun fırkası, karşısındaki düşman mevzilerine girmeye muvaffak olmuş.
– 7 mayıs, dedi (ve kahvesinden bir yudum alarak, evrakını okuduktan sonra) o günü şöyle hülâsa edebiliriz:
Düşmanın Arıburnu’na kuvvetler çıkardığı görüldü. Bu kuvvetlerden birkaç tabur kadar Arıburnu cephesinin sağ cenah şimalinde bulunan Çataltepe’ye doğru gidiyordu. İcra edilen keşif ve tarassuda nazaran da düşmanın, yine bu civarda, balıkçı adamları şimalişarkîsindeki sırtlarda 100 metrelik küçük bir cephe üzerinde tahkimatı ve askeri görüldü. Benim tahmin edip şimal grubu kumandanlığına arz ettiğim gibi civardaki tahkimat evvelâ ufak mikyasta (ölçekte-ölçüde) kanlı muharebeleri intaç etti. Sonra da Anafartalar harekâtı umumîyesinin mebdeini(başlangıcını) teşkil etti.
8, 9, 10 mayıs günlerinde bizim fırkanın cephesinde mühim hâdiseler olmamıştı. 11’inci günü bir mütareke akdettik. Defni emvat(ölenlerin defnedilmesi) ile uğraşıldı.
12, 13, 14 mayıs günleri de, hattâ 15’te de iş’ara (anlatmak) değer bir şey yok…
– Bu durgunluk neden hâsıl oluyor, efendim?
– Çünkü düşman yorgundur. Çok zayiat verdi. Mühim miktarda kırıldı. Ve benim telâkkiyatıma (görüşüme) göre artık Arıburnu’nda neticei kat’iyye almaktan sarfınazar ediyor. Ben bu durgunluğu ona hamlediyorum. Mayısın 16’ncı günü benim sol cenahımda bulunan fırka ki o da bizimdir, ihzar olunan birtakım lağımları iştial (patlatma) ettiriyor. Onların iştial etmesiyle beraber düşmana bir baskın hücumu icra ediyor.
17 mayısta işte demin bahsettiğimiz Çataltepe Halit ve Rızatepe denilen yerde kanlı bir muharebe oluyor.
– O tepeye niçin Halit ve Rızatepe denmiş?
Orada Rıza Efendi isminde ve Halit Efendi isminde gayet kahramanca bir hücum icra eden iki zabit şehit olduğu için!..

Siperler elimize geçtiği zaman içerleri düşman cesetleriyle ağız ağıza dolu idi.

102311

Bu muharebeden sonra bir aralık benim Arıburnu’na karşı muhafazasını deruhte ettiğim cepheye ilâveten Anafartalar mıntıkası dahilindeki Azmak’a kadar olan parça da tahtı mes’uliyetime verildi. Fakat daha sonra bütün Anafartalar mıntıkası doğrudan doğruya Esat Paşa Hazretlerine merbut(bağlı) olmak üzere Almanyalı Vilmer Bey’in tahtı kumanda ve mes’uliyetine tevdi edildi.

On sekiz de hep o muharebe ile geçiyor.
22’nci günü verilen malûmata göre düşman, cenup grubunda yani Seddülbahir civarında Kirte mıntıkasına şiddetle taarruz etmekte idi. Binaenaleyh cephemizde de ciddi veyahut nümayiş(gösteri) tarzında bir düşman taarruzuna intizar etmek ihtiyata muvafıktı. Hakikatte o gün öğleden evvel bütün fırka cephesi düşmanın top, tüfek, mitralyozları ile şiddetli ateş altına alındı. Düşman taarruzu vaki oldu. Gerçi umum cephede düşman ademi muvaffakiyete duçar edildi. Fakat Bombasırtı’nda iki siperimiz zabt ve işgal etti. 23 mayıs günü biz siperleri istirdad(geri almak) ile geçirdik. Düşman tedbirler sayesinde ve bilhassa 27’nci ve 57’nci kuvvetinin sabaha kadar teksif etmiş ve aleyhimize istimal edecek bir hale getirmişti. Fakat ittihaz olunan tedbirler sayesinde ve bilhassa 27’nci ve 57’nci alayların kumandanlarının, zabitlerinin ve efradının kahramanlıkları sayesinde o siperler içinde bulunan düşman kâmilen itlâf edildi. Bombalarla parça parça berhava oldular. Siperler elimize geçtiği zaman içerleri düşman cesetleriyle ağız ağıza dolu idi. O, müthiş bir şeydi. İngilizlerden bir fert bile kurtulmamıştı.
Bu muharebe cereyan ettiği sırada Kemalyeri’ni teşrif etmiş bulunan Talat Paşa Hazretleriyle İsmail Canbulat ve Doktor Nazım Beyler o gün İngilizlerden igtinam(ganimet almak) ettiğimiz maddi muharebe hatıralarına da maliktirler. Kiminde kurşun parçalamış bir İngiliz altını, kiminde ufak tefek nişanlar, dürbün parçaları filân vardır.
-O gün zatiâliniz de Kemalyeri’nde mi bulunuyordunuz?
-Hayır, ben muharebe mahallinde idim. Kendileriyle telefonla görüştük. Bahsettiğim hediyeleri oradan gönderdim.
Düşmanın yalnız bu ufak muharebedeki zayiatı 3000’den fazla tahmin olunmuştu.
24 mayısta düşman yine fırka cephesine taarruz etti. Hattâ ufak bir siperimize de girdi. Fakat neticede kâmilen telef edildi. Yine dışarı atıldılar, mahvoldular.
26 ile 27’de yine bir şey yok 28 de öyle.
29’da düşman 31, 33, 34 numara verdiğimiz siperlere taarruz etti. Fakat çok zayiat vererek kovuldu. Bombasırtı’nda boyun noktasına mücavir olarak 14 nisan günü taarruzdan sonra vücude getirilen bu siperler Arıburnu cephesinde 7-8 metreden 10 ilâ 12 metreye kadar düşmana yakın olan siperlerdi.

Askerlerimiz gıpta edilecek şekilde düşmana mukabelede bulunuyorlardı.

Bu kurbiyyet (yakınlık) ve sonra bu siperler üzerindeki hâdiseler diyebiliriz ki, kendilerine bir mevkii mahsus ve bir şöhreti tarihiye temin etmiştir. Bu siperlerin karşısında bulunan düşman siperleri, gerileri Korkuderesi’ne inen bir yar kenarında inşa edilmiş olmak itibarıyla bir mahiyeti mahsuseyi haizdir. Mezkûr siperlerdeki düşman daima ürkek bir halde idi. Bunun işte numaralarını söylediğimiz siperlerimize karşı faaliyetleri, tecavüzleri, hemen hiçbir gece eksik olmazdı. Üstünden bombalar atılmak, tahtezzemin lağımlar infilâkı ile bu siperlerimiz âdeta bir cehenneme çevrilmekte idi.
Tabii karşımızdaki düşman siperleri de hemen aynı halde idi. Düşmanın bombalarından vukua gelecek telefatı tenkis (azaltmak) edebilmek maksadıyla bu siperler üzerine kalaslar örttürmüştük.
Onlar bu kalaslara ikide bir “mayii muhrik şişeler”i atıyorlar, siperlerde yangın tevlid (vücuda getirmek) ediyorlardı. Kesif alevler ve dumanlar o siperlerin üstünden hiç ayrılmazdı. Tabii biz oralarda pek çok telefat vermekte idik. Fakat buna rağmen şeci (kahraman, yiğit), mütevekkil (Allah’a güvenen) askerlerimiz bütün bu yangın, lağım, bomba infilâklarına göğüs geriyorlar, şayanı gıpta bir metîn azimle yerlerini muhafaza ediyorlar, düşmana mukabelede bulunuyorlardı. 30, 31’den ve 1 hazirandan 16 hazirana kadar mühim hadiseler yok.
Fakat Mustafa Kemal Paşa 16 haziranda fırkasının sağ cenahında cidden kanlı bir muharebe yapmış. Ve o günden itibaren 24 temmuza kadar fırka cephesinde mühim hâdise olmamış. Yalnız 29 haziranda yine düşman bir kısım cephemize taarruz etmiş ve tartedilmiş. 24 temmuz günü, fırkasının cephesine topçu ateşi başlamış. Bu ateş evvelce mutat dahilindeki derecede imiş. Ancak öğleden sonra şiddetini peyderpey artırmış. Düşman Mustafa Kemal Bey’in fırkasının sol cenahında bir taarruz hazırlığı ima eder surette, şiddetli topçu ateşi istimal etmekte imiş. Filhakika hemen arkasından Kanlısırt’ta taarruza geçmiş. Ve teşebbüsünde sühuletle muvaffak olmuş. Muharebe bütün cephe üzerinde, hem de pek şiddetli olmak şartıyla gece dahi devam ediyormuş. Paşanın cephesinin gerisinde, Anafarta mıntıkası dahilinde bulunan Ağıldere civarında sürekli ateşleri işitiliyormuş.
Düşman gece yarısından yarım saat sonra Paşanın fırkasına taarruz eder. Ve tekmil siperlerimizde, hattâ gerilerimizdeki havalilerde vesaitinin azamî derecesini istimal eder: Yağlı paçavralar, tahtezzemin lağım infilâkları, muhtelif nevide bombalar! Kara ve deniz topçuları fırkanın cephesini mütemadiyen sarsmakta imiş.

Düşmanın asıl hedefi Kocaçimen’ibir an önce ele geçirmekti.

102428

Saat dakika 1 10 evvelde Mustafa Kemal Bey kıt’alarının nazarı dikkatini şu suretle celbetmiş! “Vaziyeti umumiye pek mühimdir.
Kumandanlardan, zabitlerden her vakitkinden ziyade fevkalâde intibah ve mesaii fedakârane isterim.”
Sonra saat 3.30 evvelde de diğer bir emirle düşmanın bütün teşebbüslerini kıracak teyakkuz lüzumunu tekrar etmiş.
25 temmuz günü saat 4 evvelden itibaren düşman topçusu azamî faaliyetle ateş ediyormuş. Siperlerimizle rahı mesturlarımız da ehemmiyetli bir surette yıkılmaya devam ediyormuş.
Saat 4.45 evvelde düşman fırka cephesine hücuma kalkmış.
Fakat bütün hücumları askerimizin metaneti sayesinde az bir zaman içinde kâmilen mahvedilmiştir. Düşmanlarımız dehşetli zayiata uğramışlar, hattâ bazı siperlerimize girmeye muvaffak olan kısımları da orada siperler içinde itlâf edilivermişler. Aynı günde saat beşe doğru düşman sağ cenahımız aleyhine ikinci bir hücum tevcih etmişse de bu da püskürtülmüş. Düşman, hücumlarını pek musırrane (inatla) bir surette icra etmekte imiş.
Paşa gülümseyerek dedi ki: Hattâ zabitlerinin sopalarla efradı sıkıştırarak müteaddit defalar siperlerden çıkarmaya çalıştığı görülüyordu.
-Pek iyi Paşa Hazretleri, düşmanın fırkanız istikametinde bu derece uğraşmaktaki maksadı ne idi?
-Vallahi, diyemeyiz ki düşmanın 19’uncu fırka cephesine yaptığı bu hücumlardan maksadı bir nümayişten yahut da bu cihetteki kuvvetlerimizi tespit etmek veyahut da Ağıldere cihetinden sevk ve istihdamdan menetmekten ibarettir. Hayır! Bence düşmanın asıl maksadı harekâtı umumiyesinde hedefi kat’î ittihaz ettiği Kocaçimen silsilesine, aynı zamanda 19’uncu fırkayı da geri atmak suretiyle vâsıl olmaktan ibaretti. Fırka cephesinin vaziyeti umumiyeye nazaran haiz olduğu ehemmiyet, “Arıburnu-Kocaçimen”, istikametini seddetmesi itibarıyla haiz olduğu ehemmiyet benim tahminimi muhik gösterebilir. Düşman fırkaya yaptığı hücumlara üç dört livadan aşağı kuvvet tahsis etmemişti. İlkhücumda verdiği azîm zayiata rağmen hücumu tecdid (yenilemesi) etmesi fırka cephesinde takip ettiği gayenin ciddiyetine gayet açık bir delildir. Düşmanın fırka cephesinde ademi muvaffakiyete uğramasının sebebi, sahra obüs bataryalarıyla iki harp gemisinden icra edilen 14, 15 saatlik mütemadî bir bombardıman altında kıt’alarımızın metanetlerini, mevkilerini muhafaza etmelerinden ileri gelmişti. Bunda günlerden beri tahkim ve tarsin (sağlamlaştırılan) edilen siperlerimizin bahşeylediği istifadeyi de unutmayın.
Burada mühim bir satır başına geçeceğiz.
-Buyrun efendim.
-Fırka cephesine tevcih olunan hücumları size izah ettiğim gibi, gerçi tardedilmişti; fakat fırka için, bütün Arıburnu vaziyeti için daha büyük bir tehlike başgöstermiş oluyordu.

Conkbayırı, Arıburnu cephesindeki toplar, denizden ateş altındaydı.

102449

-Bu tehlike ne idi?
-Bu tehlike Ağıldere mıntıkasından Şahinsırt’la Conkbayırı’na ilerlemekte olan düşmandı!
Bu tehditkâr hareket tekmil Arıburnu cephesinin sükutunu intaç edebilecek bir mahiyette idi. Bu istikamete karşı fırka kendi vüs’ü salâhiyeti dairesinde icap eden tedbirleri almıştır. Fakat asıl tedabirle yani umumî noktai nazardan icraat ve tertibatla şimal grubu kumandanlığı ciddî bir surette iştigal etmekte idi.
Paşa bu esnada çıngırağı çaldı. Kapının önündeki mahmuz şıkırtısına yeniden kahveler ısmarladı. Birer sigara daha yaktık.
-Filhakika(doğrusu) dedi, mühimce kuvvetlerin zeval(güneşin batışı)den sonra Conkbayırı cephesine tevcih edildiği öğrenilmişti. 26 temmuz günü düşman pek erkenden tasviri pek mümkün olmayan bir şiddetle ilerledi. Gerek Arıburnu cephesindeki obüs ve sahra toplarıyla gerekse denizdeki harp gemileriyle Conkbayırı’nı ateş altına aldı. Bu sırada bazı raporlar aldım ki Conkbayırı vaziyetini pek şayanı memnuniyet olarak tasvir etmiyordu. Bu raporlardan başka erkânı harbiye reisini ve yaveri bizzat Conkbayırı ve Şahinsırt civarına gönderdim. Vaziyeti tetkik ettirdim. Vaziyette vahamet muhakkaktı. Düşman Kocaçimen’i ve Şahinsırt’ı işgal etmişti. Kendim de bizzat bulunduğum fırka tarassut mahallinden Conkbayırı’ndaki hücum dalgalarını görüyordum. O istikametten gelen düşman mermileriyle karargâhımdaki zabitlerden yaralananlar vardı. Düşman diğer taraftan Suvla limanında da, onun cenubundaki sahillerden de asker ihraç etmişti. Bir taraftan da taarruz ediyordu.
Bugüne kadar Anafartalar mıntakası, şimal grubu kumandalığına merbut(bağlı)tu. Ve şimal grubu kumandanlığı tarafından idare edilmekte idi. O gün emir ve kumandada bir değişiklik icra edildi. Saros Grubu Kumandanı Miralay Feyzi Bey’in Conkbayırı ve Kocaçimen’deki kıtaatı da tahtı kumandasına alarak “Anafartalar Grubu” namıyla bir grup teşkil olunduğu resmen tebliğ edilmişti. Conkbayırı’ndaki büyük tehlikeyi yakından görüyor ve çok müteessir oluyordum. Onun için Şimal Grubu Kumandanlığına şu tarzda maruzatta bulundum:
Conkbayırı’ndaki vaziyetin henüz şayanı dikkat ve nazik olduğu anlaşılıyor. Bu hususta ordu kumandanının nazarı dikkatlerini ciddi suretle celbe delâlet buyurmanızı selâmeti memleket namına istirham ederim.
Bu anda umum büyük kumandanlarla bir asabiyet mevcuttu. Ordu kumandanı Liman Paşa Hazretleri tarafından Kâzım Bey (eski Samsun Valisi Kâzım Paşa) telefonda benimle görüştü. Mütaleatımı sordu. Vaziyetin nezaketini söyledim, dedim ki: “Daha bir an mevcuttur. Bu anı da ziyaa uğratacak olursak bir felâketi umumîye karşısında kalmaklığımız pek muhtemeldir.” Vaziyetin umumîleşmiş olduğunu, Anafartalar’da çıkmış ve çıkmakta olan düşman kuvvetlerini nazarı dikkate almak, ona göre umumî tedbirler ittihaz etmek lâzım geldiğini, sevk ve idareyi tevhit ve temin için bütün kuvvetlerin bir kumanda altında, bilâvasıta bir kumanda altında bulunmasından başka çare kalmadığını söyledim.

Zifiri karanlıklar içinden çıkınca ilk defa temiz bir havayla karşılaştım.

26-27 gecesi saat 9.50 sonrada idi ki Şimal Grubu Kumandanı, Ordu Kumandanı Liman Von Sanders Paşa Hazretleri tarafından Anafartalar Grubu Kumandanlığına tayin edildiğime dair olan emri tebliğ etti. Aynı emirde, hemen hareket ederek 27 temmuzda icrası emredilmiş olan taarruzu icra etmekliğim de mevcuttu. Bu emir üzerine 27’nci alay kumandanı Şefik Bey’i 19’uncu fırka kumandanlığına tevkil ettim. Yanıma fırka sertabibi Hüseyin Bey’i aldım.
-Niçin?
-Hasta idim çünkü… Yaverim Kâzım Efendi o gün şehit olmuştu. Rasim Efendi isminde diğer bir süvari zabitini de aldım. Dört aydır o yerde, yani ateş hattından 300 metre geride eçsat taaffünatı (kötü koku) ile bozulmuş bir hava teneffüs etmekte idim. O gece saat on birde, zindan gibi zifirî karanlıklar içinde oradan çıkınca ilk defa temiz bir hava karşısında bulundum. Fakat bu güzel havayı zulmet ve müphemiyet içinde teneffüs etmek nasip oluyordu.
Hiç ardı arası kesilmeyen hücumların karşısında azmine ufak bir sarsıntı bile gelmeksizin bu zatın uykusuz, havasız yerlerde burnuna kan ve barut kokuları, leş ve ceset kokuları çarpa çarpa, kulağında muhtelif çatırdılar, gümbürtüler yer ede ede nasıl çalıştığına şaşıyordum. Dedim ki:
-Paşa Hazretleri, benim anladığıma göre siz henüz ne düşmanın derecei kuvvetini, ne de başına yeni tayin edildiğiniz bizim kuvvetlerimizi bilmiyorsunuz. Fazla olarak da, dediğiniz gibi, bu zulmet ve müphemiyet içinde meçhullere doğru gidiyorsunuz. Bu kadar ağır bir mes’uliyeti nasıl bir düşünce ile kabul ediyordunuz?
Çünkü ben bu harekette tarife sığmaz, alelâde, hattâ fevkalâde kelimelerle anlatmaya çalıştığımız ruhî haletlerin pek üstünde olan bir şey görüyordum!
-Vakıâ böyle bir mes’uliyeti deruhde etmek, takdir buyurduğunuz gibi, basit bir keyfiyet değildir. Fakat ben, vatanım mahvolduktan sonra yaşamamaya karar verdiğim için kemali iftiharla bu mes’uliyeti deruhde ettim. Ve hemen saatlerce mesafe uzakta bulunan Çamlıtekke karargâhına hayvanla hareket ettim. İşte bu suretle benim Arıburnu ile olan kumanda münasebetim nihayete ermiş oluyor.
Bu ifadelerin ruhunuza verdiği temiz ve ulvî tesiri anlamak için o mert, pervasız sesi kulaklarınız benim gibi duymalı idi. Gözleriniz, onun mavi gözlerindeki kuvvetli parıltıyı görmeli, azimkâr asker çehresindeki mânayı okumalı idi. İçinde, dram sahnelerindeki kahramanlarına müelliflerinin iare (emanet verdiği) ettiği büyük, gürültülü kemiler (kahramanlar) olmayan o kuvvetli cümleler! Ben onları günlerce hatıramda sakladım. Bu genç adama karşı bir meclûbiyet (tutkunluk) hissettim.
Bu memuriyetinden ayrılırken orada bulunan silâh arkadaşlarına karşı ne türlü hisler perverde (beslemek) ettiğini sordum. Mukadderatımızla sıkı sıkıya alâkadar olan bu muharebeler esnasında bütün ordunun, küçük neferden, büyük kumandana kadar vazifesini ne suretle telâkki, ne suretle ifa ettiğini bilmek istiyordum.

Arıburnu sahillerine ayak basan düşmanımız yine orada kalmıştı.

İşte Mustafa Kemal Paşa’nın cevapları:
-İngilizler, Arıburnu ihracında, bu cephedeki muharebelerde kumandanlarının, askerlerinin gösterdikleri cesareti, metaneti, cengâverane meziyetleri fevkalâde bir lisanı takdirle yâd ve ilan etmektedirler. Fakat düşünün ki bütün muharebe vesaitiyle mükemmel surette mücehhez (donanmış) olarak büyük bir inat ve azimle Arıburnu sahillerine ayak basan düşmanımız yine o sahil kenarlarında kalmaya mecbur olmuştur. Binaenaleyh zabitlerimiz, askerlerimiz hissiyatı vatanperverane ve dinîyeleriyle, şecaati mahsusai milliyeleriyle bu derece kuvvetli bir düşmana karşı payitaht kapılarını muhafaza etmekle cidden şayanı iftihar bir mevki kazanmışlardır. Kumanda ettiğim bilûmum kıt’aların zabitanını ve efradını birer birer takdir ederim. Bu ulvî maksat uğrunda canlarını kahramanca feda eden mukaddes şehitlerimizi derin ve ebedî bir hürmetle yâdederim.

ÜÇÜNCÜ SAFHA
Anafartalar:
-Cidden sizi yorduk. Bu hikâyeler uzadıkça uzadı. Vak’alar o kadar çok, o kadar mühimdir ki bilmem hangisini atlasak!
-Yorulmam efendim… Bilhassa böyle milletin hayatıyla alâkadar olan bir meseleyi dinleyip bütün karilere(okuyucular) de nakledebilmek benim için büyük ve samimî bir zevktir.
-Pek iyi. O halde kahvelerimizi içer içmez başlarız.
-Gece karanlığında yerinizden çıkıyor ve yeni memuriyetinize gidiyordunuz.
-Evet, zulmeti leylden(karanlık gece) dolayı yol bulmakta birçok sıkıntı çektikten sonra 27 temmuz saat 1.30 evvelde Gümbürdek bayırının cenubunda bulunan grup karargâhına vardım.
Taarruz fecirle (tan yerinin ağarması) başlayacaktı. Vaktim pek azdı. Herkesin malûmatından istifade etmek için tekmil erkânı harbiye heyetini yanıma çağırdım. Benim bu anda anladığıma göre düşmanın Kireçtepe, Kükürtlüpınar, Sülecik, Mestantepe hattında -ki düşman miktarı katîyetle malûm değil-, mühim fakat yine miktarı gayri muayyen diğer kuvvetlerinin de Kocaçimen eteklerinde ve Conkbayırı’nda bulunduğu ve mütemadiyen Kemikliler’e ihracata devam ettiği anlaşılıyordu. Ben de kuvvetlerimi ona göre tertip ettim. Fakat henüz telefon irtibatı yoktu. Lâzım gelen kumandanlara emirleri birer zabitle fırkalara yolladım. Bu zabitler aynı zamanda haber ve irtibat zabiti olacaklar, bana bizzat doğrudan doğruya rapor vereceklerdi. İşte o zabitlerden biri de budur, diye yaverini gösterdi.
Yaveri, tıknaz, esmer, az bıyıklı, hem sert ve hem mutî(terbiyeli) bakışlı genç bir yüzbaşı idi (rahmetli mebus Cevat Abbas (Gürer Bey). O anda tetkik edilen evrakı tasnifle meşgul oluyordu. Paşa devam etti:
-Telefon sesi, umuru sıhhiye ve iaşe için de icap eden emirleri verdim. Kendim de, taarruzu bizzat idare etmek için saat 4.30 evvelde Çamlıtepe şimalindeki tepelerde bulunan tarassut mahalline gittim. 12’nci fırkanın taarruzî harekâtına başlamış olduğunu gördüm. 7’nci fırka kıt’alarının kâffesini (bütününü) göremiyordum.

Mesuliyetten korkan kumandanların kararlar veremediklerini görmüşümdür.

102541

27 temmuz 5.50 evvelde 12’nci fırka, taarruzunun ilerlediğini ve tertibatını raporla bildiriyordu. 7’nci fırkadan ve taarruza başlandığına dair malûmat alındı. Taarruz her iki fırkada muvaffakiyetle devam etti. Artık o günkü muharebenin muhtelif safhalarda sevk ve idaresi için verilmiş emirlerle alınmış raporlar ve sair teferruatı icraîyeden sarfı nazar edelim de neticeyi söyleyelim: Şuhla şarkında bulunan düşmanın bir kolordusu ve Büyük Anafarta istikametinde de bir fırka kadar kuvveti mağlûp edilmiş ve kâmilen gayrimüsait bir vaziyete atılmıştır. Ben mağlûp düşmanın bu derece faikıyyetini (üstünlük) gördükten sonra kazanılan muvaffakiyetle iktifa ettim. Taarruzu durdurdum. Elde edilen siperlerin tahkim olunmasını, orada yerleşilmesini emrettim.
-Bu kadar faik (üstün) olduğunu söylediğiniz bir kuvvet böyle, bir gün içinde neden mağlûp oldu?
Paşa, masasının üzerinde duran kitabı açarak:
-Bunun cevabını en iyi Hamilton’un kendi raporunda okuyabilirsiniz? Benim o gün gördüğüm sebep şudur: Düşman muhtelif kollarla toplu nizamda olarak ilerliyordu. Bu yürüyüş kolları önlerinde henüz ne hiçbir mevcudiyete, ne de hiçbir faaliyete tesadüf etmeyeceklerini zannediyorlardı. Onun için önlerinde hafif avcı hattı bulundurmakla iktifa etmişlerdi. Bir taraftan kuvvetli ve fedakâr avcılarımızın hâkim sırtlardan inerek mezkûr düşman kollarının başlarına atılmaları, bir taraftan da topçularımızın isabetli şarapnellerinin yanaşık düşman kolları üzerine tesir etmesi düşmanda inzibatı da, kuveyi mâneviyeyi de, kumandayı da ihlâl etti. Baş taraftan tardedilen hafif avcı hatları bu sebeple geriden takviye olunamadı. Düşman da kâmilen gözlerini geriye çevirmek ve kaçmak tarikını (yolunu) tercih etti. Filhakika (hakikaten) düşman kolordusunda kumandanların müessir olmadığını da Hamilton bilâhare itiraf etmiştir. Fakat benim istiğrap ettiğim cihet Hamilton’un bizzat kendisi de oraya geldiği halde emrini yine infaz edememiş olmasıdır. Her halde Hamilton da dahil olduğu halde İngiliz kumandanları beyninde çok müzakere, çok tereddüt olması, ve bilhassa mes’uliyet korkusu, bize kendilerini mağlûp etmek fırsatını bahşetmiştir. Filhakika mes’uliyetten korkan kumandanların hiçbir vakit icap eden kararları veremediklerini, bunun neticesinde ise acı felâketler husule geldiğini bizzat ben de muhtelif zamanlarda görmüşümdür.
O gün ihraz (kazanılan) olunan muvaffakiyet pek ziyade şayanı memnniyettir. Fakat vaziyeti umumîyenin ıslah ve temini ve binnetice(neticede) payitahtın tamamen emniyetli bir surette muhafazası noktai nazarından beni henüz tatmin etmiyordu. Çünkü düşman üç gündür Arıburnu ile Azmak arasında başkaca mühim kuvvetlerle icra ettiği mütevali ve fedakârane hücumlar sayesinde Conkbayırı ve Şahintepe’de mevcut tehditkâr vaziyete sahip bulunuyordu.
Filhakika Hamilton bütün Kocaçimen silsilesine malik olmak noktai nazarından Conkbayırı’ının zabtını muvaffakiyetine beraeti istihlâl addediyor, bu mevzii, mihveri harekât addediyordu.

Geçirilecek zaman bizden ziyade düşmana fayda sağlayacaktı.

Conkbayırı ve Şahintepe’nin muhafazası için benim kumandayı deruhde ettiğimden evvel orada muharebe eden askerlerimizin pek büyük kahramanlık ve fedakârlık gösterdiğini kemali takdirle yâdederim. Ancak şunu da ilâve etmeye lüzum görüyorum ki: Bu kıt’alar pek ziyade zayıflamış ve yorulmuş buluyordu. Fakat yeniden iki piyade alayının tahtı emrime gireceğine dair olan malûmat beni, vakit geçirmeksizin yeni icraatta bulunabileceğime ikna etmiş oluyordu.
27 temmuz günü öğleden sonra saat üçte Conkbayırı ve Kocaçimen mıntakasında bulunan 8’inci ve 9’uncu fırka kumandanlıklarına telefonla dedim ki: “Bu gece Conkbayırı’nda kendilerinden büyük faaliyet talep edeceğim iki piyade alayı için orada bulunan kıtaat vasıtasıyla hiç olmazsa sıcak bir çorba hazırlatmaya imkân bulmanız çok muvafık olur.”
O günkü muharebeyi idare ettiğim mahalli terk edip Çamlıktekke’deki karargâhıma gelirken yolda Liman Paşa Hazretlerinin yaverleri müşarünileyh tarafından beni tebrik etmek üzere geliyordu. Müşarünileyhin de karargâhıma gelmiş bulunduğunu haber verdi. Conkbayırı’nda düşmana icrasını tasmim (kararlaştırmak) ettiğim taarruzun yakından ihzar ve idaresi için bizzat hemen oraya hareket etmek üzere kendisinden ayrıldım. Müşarünileyh beni bizzat ateşin içine girmekten sıyanet (korumak) etmeyi düşündü. Fakat başka türlü de, yapılacak hareketin neticesinden emin olamayacağımı takdir ederek muvaffakat etti. Erkânı harbiyemle birlikte Çamlıktekke’den Kocaçimen istikametine teveccüh ettik. Düşmanın bir tayyaresi semti resimize geldi ve bizi takibe başladı. Artık zarurî olarak bütün refakatim heyeti sağa sola açılmak mecburiyetinde kalmış, bunun neticesinde yollarını şaşırarak ve karanlığa kalarak ertesi güne kadar bana mülâki olamamışlardır. Ben, benden ayrılmayan süvari ihtiyat zabitlerinden Zeki Efendi ile tuttuğum yolu takibe devam etmeyi zaruri gördüm. Kocaçimen üzerinden Conkbayırı’na gitmek istedim. Fakat bu yol İngilizler tarafından tutulmuş olduğu için ateşe maruz kaldım. Daha cenuptan dolaşarak Conk sırtının şark yamaçlarında bulunan fırka karargâhına vâsıl oldum. Kıt’aların ahvali dahiliyelerini tetkik ettikten sonra bana hazırladıkları çadıra çekildim. Zaten gece de hulûl (gelip çatmak) etmişti. Lâzım gelen emirleri verdim. Taze kuvvetler intizar (beklemek) ediyordum. Bu kuvvetler ise yukarda bahsettiğim iki alaydı. Bunlardan birisi pek geç vâsıl olabilmiş, diğeri ertesi gün ancak muvaffakiyet istihsalinden sonra gelebilmiştir. Bu sebeple kumandanlar ve erkânı harpleri kuvvete nazarı dikkatimi celbettiler; vakıâ hakları vardı. Fakat ben muvaffakiyeti çok kuvvete malik olmaktan ziyade elimizde bulunan kuvvete azim ve şiddet vermekte ve onları benim tasavvur ettiğim gibi kullanabilmekte görüyordum. Geçirilecek zaman bizden ziyade düşmana faide bahş olacaktı. Onun için bütün mütalaata (düşünceler) rağmen sureti kat’îyede taarruz edecektim. Hazırlanmaları bitince bana bildirmelerini kıt’alara emrettim.

İleriden kırbaç sallayarak vereceğim ​işaretle hepiniz düşmana atılacaksınız.

-Peki, bu az kuvvetle ne türlü bir hücum tertip edecektiniz?
-Gayet basit!.. Conkbayırı’ndaki ve Şahintepe’deki düşman karşısında duran kuvvet …inci fırkaya aitti. Yeni gelecek alaylar bu hattın gerisinde ve hemen yakınında toplu saffı harp nizamında ahzı mevki edeceklerdi. Hareket fecirle beraber başlayacaktı: Hiçbir tüfek, top ve bomba patlamaksızın süngü ile, düşman üzerine atılmak!
-Demek ki o gece bizimkiler pençelerini içeri alıp pusu kuracaklardı. Ve İngilizler o sabah güneşin parıltısı ile uyanmayacaklar, süngülerimizin pırıltısı ile kamaşıp düşeceklerdi. Fakat zatıâliniz, anladığıma göre kaç gündür uykusuz kalıyorsunuz. Hiçbir yorgunluk duymuyor mu idiniz?
-Tabiî duyuyordum. Ve bu muharebe yorgunluğunu hiç olmazsa telâfi ederek ertesi gün hücum anında zinde bulunabilmem için çadırımda yalnız kaldım. Fakat buna imkân var mı idi? Birçok sebeplerle, birçok zevat yanıma gelmek mecburiyetinde kalıyordu. Aynı zamanda bütün grup cephesinin muhtelif kısımlarından heyecanlı raporlar alıyordum. Meselâ, düşmanın Eçe limanı önünde nümayiş için dolaştırmakta olduğu boş gemileri görmesi üzerine İngilizlerin mezkûr limana asker çıkarmakta olduğunu bildiren raporlar gibi…
Geceyi işte bu tarzda geçirmiş bulunuyoruz.
Mustafa Kemal Paşa’nın tasavvur ettiği hücum 28 temmuz günü takriben saat 4.30 evvelde başlıyor. Hücumu seyretmek üzere Paşa da asker ve kumandanlara mülâki oluyor.
Fecir başlamış, ortalık aydınlanmaya yüz tutmuş. Fakat Paşa hücum anının gecikmekte olduğunu görüyormuş. “Halbuki bu teahhür biraz daha uzayacak olursa ortalık tamamen açılacak, bizim kesif bir yığın halinde bulunan hücum kıt’alarımızı düşman görecek, karadan ve denizden namütenahi(sonu olmayan) topların bombardımanına maruz kalacaktık, belki de bu bir felâket olacaktı.” Müthiş heyecanlı bir buhran anı değil mi? Mustafa Kemal Bey askerin derhal oradaki kumandanlarla beraber kaçmaya hazırlandığını, fakat buna müsaade etmeyeceğini söylemiş. “Bunun için benim ileriden kırbaç sallayarak vereceğim işaret üzerine hemen hepiniz düşmana atılacaksınız” demiş. Beş on adım ileri yürüdükten sonra işaretini verince zabitan ve efradın tereddütsüz bir aslan savletiyle düşmana saldırdıklarını görmüş. Bu hücumun karşısında düşmanın kâmilen(büsbütün) ezildiğini, hiç silâh kullanmak fırsatına vakit bulamamış olduğunu anlamış.
-Ortalık açıldıktan sonra idi ki, diyor, düşman hakikaten Conkbayırı’nı cehenneme çevirmişti. Denizden, karadan büyük çaplı topların muhtelif cinste mermileri Conkbayırı semasında bitmez tükenmez yıldırımlar vücuda getiriyordu.

Bir şarapnel göğsünün sağ tarafında saatinin bulunduğu cebe isabet etti.

102669

Buraya kadar muhaveremizi sakin bir vaziyette dinleyen Yüzbaşı Cevat Bey, paşanın yaveri, kalın, sertliği hoşa giden bir sesle:
-Bu şarapnel misketlerinden bir tanesi de Paşanın göğsünü okşamıştır! dedi.
-Nasıl? dedim.
Paşa tespihi ile oynuyordu. Cevat Bey, parlak çizmelerindeki mahmuzlar şıkırtı yaparak, göğsünün sol tarafındaki nişan kordeleleri sırası ve ipek kordonu ile şöyle anlatıyordu:
-Bulunduğumuz yer tamamen muhacimlerin (ileri uçta saldıranlar) arası idi. Paşa da ilerleyen efradımızı seyrederken göğsüne bir şeyin gayet kuvvetle çarptığını duymuştur.
-Evet, sağ tarafta ceketimde bir kurşun yeri gördüm. Yanımda bulunan zabit (rahmetli Nuri Conker Bey) “efendim, vuruldunuz” dedi. Ben böyle bir söz şûyu(yayılırsa) bulursa askerimizin kuvvei maneviyesi üzerinde yapacağı tesiri düşündüm.
Elimle zabitin ağzını kapadım.
“Sus” dedim.
Cevat Bey devamla:
-Bir şarapnel misketi göğsünün sağ tarafında tamam saatinin bulunduğu cebe isabet etmiştir.
Saat parça parça oldu. Fakat o darbe Paşanın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan başka ileri geçmemiştir, dedi.
-O saat sizin için tarihî bir saattir. Görebilir miyim efendim dedim.
Paşa:
-O saatin enkazını bu muharebeden sonra Liman Paşa Hazretleri hatıra olarak aldılar. Bana da kendilerinin ailei asalet armasını havi bulunan saatlerini verdiler.
Cevat Bey saatini gösterdi: Omega markalı siyah bir saat: Arkasında bir taç ve “L.Z.” markaları. Paşanın kırılan saati de Mektebi Harbiye’den beri sakladığı Omega markalı kuvvetlice bir talebe saati imiş. Cevat Bey Zenith markalı bir bilezik saati de gösterdi ki onu Mustafa Kemal Paşa’ya o kurşun değdiği esnada yanında bulunan genç mülâzim vermiş.
Askerinin bu kadar yanına giden, onlara ön ayak olan bir kumandana en zorlu düşmanların bile dayanamayacağına aklım eriyordu.
-Peki, siz bu yaranızla uğraştığınız esnada askerleriniz ne yapıyordu? Hücuma devam ediyor mu idi?
-Tabiî. O kahramanlar, başlarında fedakâr zabitleri olduğu halde gayrikabili tevkif sevletleriyle ilk düşman hattını bire kadar boğdular. Bundan başka önlerine tesadüf eden, imdada gelen bütün düşman kıt’alarını perişan ettiler. Hattâ bizim münferit aksamımız boş buldukları istikametlerden denize kadar gitmişlerdir.
Bence maksat hâsıl olmuştu. Karşımda bulunan İngilizleri kâmilen imhaya kalkışacak kadar, şeraiti müsait tasavvur etmiyordum. Onun için verdiğim emirle taarruzu kestim.

Conkbayırı’nda askerlerimiz önlerinde durmaya yeltenenleri silip süpürdüler.

Conkbayırı’nda ve Şahintepe’de yerleştik kaldık. Bu muhaberede düşmana binlerce maktul, binlerce mecruh verdirdik. Birçok esliha (silah) aldık. O cephede bulunan makineli tüfeklerini iğtinam ettik. Birçok da esir alındı.
Bu hücumumuz Sir Hamilton’u bazı mübalâğalı tasvirlere sev ketmiş. Bunu sonra, raporunu okuduğum zaman anladım. (Raporu açıp orada bir sahife arayarak) bakınız, müşarünileyh diyor ki: “Askerlerini biz, mevcut bilcümle toplarımızla topa tutturmuşuz.” Bu doğru değil, tabanca bile attırmadım. Çünkü, attırsaydım o zaman baskın tarzında yapmak istediğim hücum muvaffak olamazdı. Zaten onun askerleriyle benim askerlerim değil, bizzat benim ve kumandanlarımın onlarla arasındaki mesafe ancak 15-20 hatve (adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe) idi. Bu kadar yakın mesafede düşman hattına topçu endahtına imkân olmayacağı erbabınca malûmdur, bahusus (özellikle) gece vakti… Bir de Hamilton iki taburunun boğazlanıp haki helâke serildiğinden bahsediyor. Bu doğrudur. Fakat bizim 28 temmuzda Conkbayırı’nda yaptığımız hücumla mağlûp ettiğimiz İngiliz kuvveti Arıburnu ve Damakçık bayırı arasındaki mıntakada bulunan tekmil kuvvetleridir. Bu meydanı harpte şan ve şeref kazandıklarından bahsettiği General Kayley, bütün erkânı harbiyesiyle beraber maktul düşen General Baldwin, tehlikeli surette yaralanan General Koper nerelere kumanda ediyorlardı, yalnız iki tabura mı?
Galip askerin, doğruyu söylemeyen mağlûp askere karşı esirgeyemediği tezyif (alaya almak) tebessümü Paşada pek vazıhtı (açık).
-Maamafih, dedi, Sir Hamilton’un askerimizin hücumunu tasvirdeki maharetini pek takdir ederim. Doğrudur! Onun kullandığı tabirleri istimal (kullanmak) ederek diyebiliriz ki bu muhaberede askerlerimiz İngilizler için o gün bir afet oldular. Önlerinde durmaya yeltenenleri haki helâke serdiler. Conkbayırı tepesinin zirvesini tamamen tarayıp temizlendikten sonra, yine Hamilton’un tâbiriyle söylüyorum, kovanından çıkan arı sürüleri gibi, güç halle yakalarını muhakkak bir ölümden sıyırabilen öteki kollar üzerine saldırdılar. “İngilizler için bu derece nevmidâne ve hunrizâne olan muharebenin tafsilâtı asla ve asla sahaifi evrak üzerine konamaz. Türkler birbiri ardınca meydanı kâru zare atıldılar. Ve ismullahı zikrederek hakikaten pek gazanferâne ve şirâne harbettiler” diyor. Bu hücumlara karşı duran İngiliz efradı, oldukları yerde telef oldular.
Ha, bir şey daha söylemeli. Hamilton askerimizin muharebe meydanında yorulmuş oldukları, tükenmiş oldukları zehabında bulunuyor. Aldanmıştır zavallı. Bizim askerimiz hücum için vermiş olduğum emirde olduğu gibi, tayin ettiğim hatta durmalarına dair olan emrimi de aynı itaat ve gayretle tatbik etmekten başka bir şey yapmamışlardır. Bu muharebenin daha fazla tafsilâtını yine Hamilton’un raporunda okumak mümkündür. Onun için biz bu kadarla iktifa edebiliriz. Yalnız şunu diyeyim ki 29 temmuzda vuku bulmuş olan Conkbayırı muharebesi Anafartalar muvafakiyetinin en şanlı safhasıdır.

Ateş hattındaki arkadaşlarına yiyecek taşıyan genci orada nişanla taltif etti.

Yaver Cevat Bey, bu muharebelerde askerimizin gayet şiddet ve gayretle hareket ettiklerine dair izahat verdi, misaller getirdi. Onlardan biri de şu ki kuvvei mâneviyesi yerinde olan, mafevklerinin fedakârlığına tamamen inanan askerde mevcut kuvvetli ruhu göstermek itibarıyla mühim buldum. Sıhhiye efradımız bir yerde istirahat ediyorlar ve yemek yiyorlarmış. Tam o esnada bir obüs yakınlarına düşmüş. Askerler bir müddet toz duman arasında kalmışlar. Sonra o sis sıyrılır sıyrılmaz görmüşler ki o askerler arka üstü yatmış kahkaha ile gülüyorlar, kendilerine zararı dokunmamış olan obüsle alay ediyorlar.
Paşa dedi ki: 29. 30. 31 temmuzda, 1 ve 2 Ağustos’ta büyük mikyasta hadisat yoktur. Olanlar da sizi alâkadar etmez.
3 Ağustos muharebesi (Kireçtepe): Kireçtepe Anafartalar muharebe cephesinin sağ cenahında pek mühim bir mevzidir. Düşman 2 Ağustos günü akşam saat 6.30 sonrada bir liva kadar kuvvetiyle grubun sağ cenahına taarruz ve Kireçtepe’nin bazı aksamını zaptetmişti. Fakat aynı gece kıt’alarımız tarafından yapılan mukabil taarruzla Kireçtepe mevzii istirdat edildi. Düşman 3 Ağustos günü daha faik kuvvetlerle tekrar Kireçtepe’ye taarruz etti. Düşmanın pek ciddi olduğu anlaşılan bu taarruzuna karşı yakından ve bizzat ittihazı tedabir etmek üzre mezkûr cephe gerisinde Turşun köyündeki fırka karargâhına gittim. Kireçtepe muharebe meydanında kâfi miktarda kuvvetlerin serian toplanması lüzumu tezahür etmişti. Onun için istifadesi mümkün olan cüzütamları celbetmek suretiyle öğleye kadar 12 tabur cem’ine muvafak oldum. Celbolunan kuvvetler mütemadiyen muharebe hattına yürüyorlardı. En nihayet, erkânı harbiyemden icap edenlerle beraber bizzat ben de muharebe hattına yaklaşmak lüzumunu hissettim. Bulunduğum yerden muharebe hattına giden tek bir yol vardı. Bu yol mütemadiyen sahil yakınından geçiyor, düşmanın sahile yaklaşmış olan iki torpidosu tarafından mütemadiyen ateş altında bulunduruluyordu. Bu sebeple ileri hareket eden tekmil kıtaatın durmuş olduğunu gördüm. Hayvandan indim, kolun başına ve mecburî tevakkuf olunan noktaya geldim. Filhakika oradan ileri geçmek mevtle (ölümle) kat’î olarak temas etmek demektir. Halbuki bugün bu kıt’aların ileri geçmesi lazımdı. Arkamdan ve birbirinden fasıla ile erkânı harbiye reisi ve yaverlerim geçtiler. Ondan sonra, tevakkuf eden kıtaat kumandanlarına “geçeceksiniz” dedim.
Parça parça koşmak suretiyle arzu edilen kıt’alar geçirildi. Bu muharebenin neticesinde düşman hareketi akim bırakıldı, evvelkinden daha hâkim bir vaziyet alındı.
Yaver Cevat Bey o gün arkadaşlarına o tehlike içinde hizmet gören bir askeri anlattı: Kimsenin geçemediği ateş içinden kemali itidal ve tevekkülle yürüyerek ilerdeki arkadaşlarına yiyecek ve kuvvet taşıyan o fedakâr genci Paşa, yaverinin göğsündeki nişanla hemen orada taltif etmiş.

Şiddetli düşman bombardımanı henüz bitmemiş siperlerimizi dövüyordu.

101864

Paşa dedi ki: 4 ağustostan 6 ağustosa geçeceğim. Hattâ isterseniz 8 ağustos’a geçeceğim. O gün, yani 8 ağustosta sabahtan itibaren düşmanın bir taraftan diğer tarafa asker sevketmekte ve gemilerden bazı kıt’alar çıkarmakta olduğu görülüyordu. Bununla beraber cephede sükûnet vardı. Öğleden evvel Küçük Anafartalar garbında bulunan kıt’alar nezdine gittim, tertibatta bazı tadilât yaptım. Karargâha avdetimde vaziyeti daha meşkûk görüyordum. Onun için, ihtiyatta bulundurduğum fırkalara derhal silâh başı etmelerini telefonla emrettim. Bu esnada idi ki gittikçe mütezayit (artan) top sesleriyle beraber düşmanın taarruza geçtiği anlaşıldı. Bu taarruz Küçük Anafarta köyünün sureti umumîyede garbında bulunan fırkalarımıza, Yusufçuk tepesi, İsmailoğlu tepesi ve Azmak ile Kayacık ağılı arasındaki sahaya karşı idi. Taarruz kolunun cepheye sevkolunabilecek kuvvetler Turşun köyü şimaligarbîsindeki 9’uncu fırka ile Sivli köyü civarında bulunan 6’ncı fırka ve 8’inci ve 4’üncü fırkaların ihtiyat kuvvetleri idi. 9’uncu fırka evvelâ tahrik olundu. 7’nci fırkayı Süliecek ve İsmailoğlu tepesi mıntakalarında takviye etmesini, diğer bir fırkanın Küçük Anafarta üzerine yürümesini, diğer fırkalara, düşmanın topçuları ile taarruz etmekte olduğu istikametleri ateş altına almalarını, hulâsa bütün cephede icap eden tedbirlerin alınmasını emrettim. Ancak, düşmanın hücum ettiği cepheye gönderdiğim ihtiyat kuvvetleri muvasalat (ulaştırmak) edebilmek için zaman geçecekti. O zamanı kazanmak lâzım geliyordu. Elimde bir süvari livası da vardı. Bu süvari kıt’asının mevcudiyeti bende şöyle bir hatıra uyandırdı:

Fransızlar Seddülbahir cephesinde piyadelerinin hücum hatları önünde bir süvari kıt’asını, yayılmış olduğu halde bizim hattımıza saldırtmışlardı. Bu Fransız süvarilerinin ateş karşısında bimuhaba (korkusuz) ölüme koşmaları hoşuma gitmişti. Bu hareketi cidden şövalöresk bulmuştum. Piyadenin önünde bir perde yapıyorlar ve ötesi yok işte, ölüme kucak açıyorlar, arkalarındaki piyadeyi korumak için kendilerini feda ediyorlardı. Bu ne tasvir edilecek cesaret ve fedâkarlık levhasıdır!
Binaenaleyh derhal bizim süvari alayı kumandanı beyi yanıma çağırdım. İsmailoğlu tepesine taarruz eden düşmanı aynı tarzda bir hareketle tevkif etmesini kendisine emrettim. Pek kıymetli bir süvari kumandanı olan bu arkadaşımız bütün cesareti necibesini (soyluluğunu) bu münasebetle izhar etti. Bana arzu ettiğim zamanı kazandırdı. Düşmanın deniz ve kara topçuları İsmailoğlu tepesi ile Azmak deresinin şimal ve cenubundaki mevzilerimizi şiddetle bombardıman ediyordu. Henüz natamam (bitmemiş) olan siperlerimiz barınılmaz bir hâle geliyordu. Bilhassa, Yusufçuk tepesine düşman bataryaları ateşlerini temerküz ettirmişlerdi. Düşman bütün cephe üzerine piyadesiyle de taarruz ediyordu. Topçularımızın, piyadelerimizin kemali metanetle icra ettikleri ateş sayesinde bütün bu cephelerdeki düşmanın ilk taarruzu telefat ile püskürtüldü.

Düşmanın hücumları, göğüs göğüse süngü süngüye karşılanarak imha edildi.

102809

Öğleden sonra 4 ile, 4.50 raddelerinde tahminen bir fırka kadar düşman kuvvetinin birbirini müteakip birkaç kademe olan Lâletepe’den ilerlemekte olduğu görüldü. Bu düşman kuvvetleri Mestantepe ve Kayacıkağılı’na doğru yanaşıncaya kadar pek çok telefat verdi. Ve birçok defa tevakkufa mecbur oldu. Bazı aksamı darma dağınık bir hâle geldi. Fakat herhalde ilk taarruzu yapan düşman kıt’atı takviye olundu. Ve ikinci defa olarak tekrar taarruza kalktı. Bu defa da Yusufçuk tepesine karşı vaki olan hücum defedildi. Yalnız bir jandarma bölüğümüzün geriye çekilmesi üzerine orası derhal takviye olunarak bir süngü hücumu ile düşman o noktadan da atıldı. Düşman saat 6 sonraya doğru taarruzunu faik (üstün) kuvvetlerle ve efradı İngiliz asılzadelerinden mürekkep ikinci süvari yaya fırkası ile üçüncü defa olarak tekrar Yusufçuk tepesine girdi. Tarafımızdan birinci hatlar takviye olunarak icra ettiğimiz taarruzla düşmanı o tepeden attık. Hakimiyet bizde kaldı. Düşmanın Azmak cenubunda yaptığı taarruzlar da püskürtüldü. Bu suretle 8 ağustosta düşmanın lâakal biri taze olmak üzre üç fırka ile yaptığı taarruz neticesinde on beş yirmi bin kadar zayiatı oldu. Düşmanın maksadı bence Kayacıkağılı, İsmailoğlu ve Yusufçuk tepelerini zaptederek cephemizi yarmaktı. Ve bu hat dahilinde şarka ilerleyecekti. Filhakika pek büyük azim ve inat ile müteaddit taarruzlar yaptı. Kıt’alarımızın ve başlarında bulunan kumandanlarla zabitlerimizin metanetleri, fedakârlıkları sayesinde düşmanın hücumları göğüs göğüse, süngü süngüye karşılanarak imha edildi. Neticei muvaffakiyet de bizde kaldı.
Paşa, General Hamilton’un raporunda, aynı güne tesadüf eden vakayii hikâye eden sahifeleri yüksek sesle okudu ve bana dedi ki:
-Görüyor musunuz, işte o da bu mağlûbiyete kabul ediyor. Yalnız tasavvur etmediği müşkülâtı bu mağlubiyeti sebep gösteriyor. Halbuki benim ve kıt’alarımın içinde bulunduğumuz müşkülât, muhakkak ki onlarınkinden daha az değildi. Ve kendi ifadesine nazaran “üç fırkadan da fazla olduğu anlaşılan ve bahusus damarlarında bir damla İngiliz kanı cevelân eden her bir ferdi iftiharından lerzedar eyleyecek derecede ulvî bir manzara” arzettiğini söylediği İngiliz asılzadeler fırkasını mağlûp etmek için benim kullandığım kuvvetlerin miktarını Hamilton tarihi harpte okuyacağı zaman Türk askerlerini, Türk zabit ve kumandanlarını herhalde bu İngiliz fırkasının ulviyetinden daha âli bulacaktır. Bundan eminim. Sir Hamilton mezkûr fırka efradı için diyor ki: “Bu derece güzide efrada zamanı hazır muharebatında pek ender tesadüf olunur”. Bunu böyle kabul edersek o halde bizim 34’üncü ve 64’üncü alaylarımızın -ki onları mağlûp etmiştir- efradına dünyanın hiçbir ordusunda tesadüf etmek ihtimali olmadığı itiraf olunmalıdır. Yalnız Sir Hamilton’u parlak gayesine muvaffak olmaktan men’ettikleri için İngiliz kumandanın “Türkler ikinci yaya süvari fırkasının, kendilerinin gırtlaklarına yapışıp bir haddi tedip yemekten kendilerini kurtardıkları için pek talihli imişler” sözünü pek bayağı bulurum. Ve buna mukabil şu cümleyi kullanmaya kendimi mezun addederim. İngiltere’nin baisi iftiharı olan ikinci Mavend yaya süvari fırkası efradının, temiz kanlı ve mert Türk kahramanları karşısında dayanamadıkları bence bizim için daha şayanı iftihardır. Hakikaten Türkler takati beşerin fevkinde (insanüstü) bir kudret göstermişlerdir.

Gün boyu ve bütün gece, sabaha kadar birçok kanlı boğuşmalar oldu.

Şimdi gelelim 13 ağustos muharebesine. Anlıyorsunuz ki sekizden on dörde kadar olan günlerin hadisatından bahse lüzum görmüyorum.
14 ağustos Kayacıkağılı muharebesi: O gün düşman kesif topçu ateşiyle Kayacıkağılı cephesinde bulunan fırkamızı ateş altına alarak oradaki siperlerimizi dövmeye başlamış. Bu ateş öğleden sonra saat dörde büsbütün kesbi şiddet etmiş. Buna gemi topçuları da iştirak etmekte imiş. Mustafa Kemal Bey, düşmanın o cepheye bir taarruz hazırlamakta olduğuna kat’î bir surette hükmetmiş. Oradaki fırka kumandanına, böyle bir taarruza mukabele maksadıyla hazırlanması için icap eden emri vermiş. Aynı zamanda mümkün olan tekmil topçularına da o istikamette ateş açtırmış. İhtiyat fırkalarından birine de hazırlık emri verilmişti. Filhakika düşman mezkûr cepheye taarruz etmiş.
Mustafa Kemal Bey, oradaki fırka kumandanından vazıh haber alamadığı için, kendisine telefonla şu emri veriyor:
“İlerideki kuvvetleri kullanacak kimsenin orada bulunmadığını anlayarak müteessir (üzüntülü) oluyorum. Her halde birinci hatlar teksif (yoğunlaştırılmalı) edilmeli. Düşmanın hücumu halinde der-akab (derhal) süngü ile karşılanacak surette ihtiyat taburları birinci hatta takrip edilmeli. Bunun böyle yapıldığından ben emin olmalıyım. Rica ederim icraatınızı hemen bildiriniz”.
Aynı zamanda demin bahsettiği ihtiyat fırkasını da o cepheye hareket ettirmiş. Erkânı harbiyesinden Pertev Bey’i de haber zabiti olarak oraya göndermiş. Almakta olduğu haberler natamammış. Bununla beraber düşmanın siperlerimize girmiş olduğuna kanaat getirmiş. “Fırka kumandanının verdiği haberlerle vaziyet tenevvür etmiyordu. O kadar ki bu fırka kumandanına muğber oluyordum. Saat 6.15 sonrada da kendisine bu emri verdim” dedi.
-Mümkünse lütfen okur musunuz?
-Ben şu habere intizar ediyorum: Siperlerimize giren düşman mahvedilmiş, düşman siperlerine askerlerimiz girmiştir. Bundan başka hiçbir haber bence haizi ehemmiyet değildir. İşte bu emri verdim.
-Netice ne oldu efendim?
-Bu emirden sonra gelen raporlarda da vuzuh (açıklık) yoktu. Bunlarda, hareketin iyice hava karardıktan sonraya talikine (geciktirmek) müsaade etmem talebinde bulunuyordu. Bunun üzerine yeni bir emrimde dedim ki: “Düşmanın tardı için gecenin hulûlünü bekleyerek bir an bile kaybetmek kat’îyyen caiz değildir. Düşman da karanlıktan bilistifade fazla takviye kıt’aları alır. Faalâne hareket ederek düşmanı hemen tardetmeniz matlubdur (istemek). Gönderdiğim takviye kıtaatı ile irtibat peyda ediniz. Onları cephe gerisine yaklaştırınız ve bana bildiriniz.”
Bu fırka cephesinde o gün ve bütün gece sabaha kadar müteaddit(birçok) defalar kanlı boğuşmalar olmuş. Neticede düşman maksadını elde etmekten mahrum kalmış. Bundan başka bizim için pek parlak bir muvaffakiyet denecek derecede de fazla zayiata uğramış.

İngilizlerin topraklarımızdan kaçışı kendilerince muvaffakiyetli bir kaçıştır.

102884

14/15 gece yarısından sonra düşman Mestan tepeden Yusufçuk tepesine taarruza teşebbüs etmişse de piyade ateşlerimizle bu da bertaraf edilmiş.
Paşa dedi ki:
-İşte bu Kayacıkağılı muhaberesinden sonra nihayete kadar artık ciddî hiçbir muhabere vukubulmamıştır. Bu uzun müddet zarfında gerek biz gerekse düşman tahkimat ve tertibatla iştigal ettik. Bütün tafsil ettiğimiz bu muhaberelerde düşman pek büyük zayiata duçar olduğu ve bizim tahtı hakimiyetimizde kalmaktan kurtulamadığı için bütün ümitleri kırıldı. Ben 27 teşrinisanide rahatsızlandım.
-Demek her gün sarsıp emellerinden uzaklaştırdığınız düşmanınızın kaçtığını görmediniz.
-Hayır! Fevzi Paşa Hazretlerini (Mareşal Fevzi Çakmak) yerime tevkil(vekil tayin etmek) ettim. İstanbul’a geldim.
-Firar haberini nereden aldınız efendim?
-Zannederim on gün sonra, İngilizlerle Fransızların topraklarımızdan kaçtığını İstanbul’da işittik. Bilâhare erkânı harbiye reisinin buna dair verdiği rapora istinaden İngilizlerin bu hareketini izah için, başka kelime aramaya lüzum görmüyorum. Bu tabirin bütün vüs’ati mânasıyla kaçtılar, kaçtılar diyeceğim.
Bu, kendilerince muvaffakiyetli bir kaçıştır, dedi.
Ve gülümsedi.
Bu kadar zaman bana şu hulâsaları vermek için yorulan kıymettar zata teşekkürler ettim. Ve askerlik hayatına İstanbul’dan Yafa’ya sürülmekle başlayan, Hareket Ordusu gibi, Trablusgarp ve Balkan muharebeleri gibi memleketin en tehlikeli zamanlarında can verircesine vazife başına atılan bu kahramanın elini sıktım. İçimde ona karşı derin bir hürmet, bir İstanbul çocuğu ruhu ile derin bir şükran olduğu halde yanından ayrıldım. [Şişli 28 Mart – Sene 1334 (1919)]

Kaynakhttp://www.yenicaggazetesi.com.tr/anafartalar-kumandani-mustafa-kemal-ile-mulakat-1-103586h.htm

Leave a Reply