ATATÜRK’ÜN ALMANYA SEYAHATİ

Her çağda geçerli askeri liderlik prensiplerine tam anlamı ile hakimdi.

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milletinin yetiştirdiği en eşsiz siyasi deha, en güçlü devlet adamı ve hiç şüphesiz en büyük kumandandır. Gerek doğuştan sahip olduğu yetenekler, gerekse yaşamı boyuna edindiği özellikler açısından, çok üstün ve seçkin niteliklere sahiptir. Onun üstün askeri dehası; ileriyi görebilme, isabetli kararlar verebilme, cesaret, kuvvetli bir irade, azim, kararlılık ve güçlü bir sorumluluk anlayışı gibi özelliklerle kendisini gösterir. Onun bu askeri ve siyasi dehası, tüm dünya tarafından da tartışmasız kabul görmüştür.
Hayatının önemli bir bölümünü savaş meydanlarında geçiren Atatürk, hiçbir zaman yenilgiyi tanımamış ender komutanlardan biridir. Türk Milleti bu açıdan, insanlık tarihinde nadir olarak ortaya çıkan eşsiz kahramanlardan birine sahip olma ayrıcalığına sahiptir. Bu müstesna kumandanın önsezileri de çok kuvvetliydi.
Bu yazı dizimizde Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Veliaht Vahidettin Efendi ile yaptığı Almanya seyahatini Falih Rıfkı Atay’ın “Atatürk’ün Bana Anlattıkları” adlı kitabından faydalanarak aktaracağız. Bu konuya geçmeden yakın silah arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’dan Atatürk’le okulda nasıl tanıştıkların anlatan hatıratını okuyalım.
Annesinin karşı çıkmasına rağmen askerlik mesleğini tercih eden ve bu alanda eğitimine başlayan Atatürk, gittiği her okulda üstün bir başarı sergilemiştir. Yakın arkadaşı Ali Fuat Cebesoy, Atatürk’le nasıl tanıştıklarını şöyle anlatır:
“Perşembe günü akşam yoklamasında dahiliye zabiti beni aldı, birinci sınıf, birinci bölük, birinci takım, birinci mangasına götürüp çavuşa teslim etti. Bu çavuş Mustafa Kemal’di. O anda gözüme çarpan hususiyet üniformasının temizliği, itinalı giyimi, hal ve tavırlarında sezilen, karşısındakine saygı telkin etmek isteyen, askerlere mahsus o tarif edilmez hakim duruşu… Herhalde o çavuşluk hüviyetini doldurmak isteyen müstesna bir hal ve tavır.”
Atatürk’ün askeri dehasının temelinde, kendini geliştirmek için gösterdiği sürekli ve yoğun çaba yatmaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk, meslekten yetişmiş asker kişiliğiyle, üstün askeri liderlik yeteneğini kanıtlamıştı.
Kendisi, Osmanlı Devleti’nin değişik bölgelerinde, çeşitli kıta ve karargâh görevlerinde bulunmakla birlikte; yüksek düzeydeki askeri liderlik gücünü, önce Osmanlı-İtalyan savaşı sırasında Trablusgarp’ta, Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale ve daha sonra Güney cephesinde ve son olarak Kurtuluş Savaşı’nda göstermişti.
Atatürk, “görevinin ehli olmak; kendini tanımak ve geliştirmek; emrindekileri yakından tanımak, onlarla ilgilenmek ve hepsini bir bütün olarak yetiştirmek; doğru ve zamanında kararlar vermek; örnek olmak…” gibi her çağda geçerli “Askeri Liderlik Prensipleri”ne tam anlamı ile hakimdi.

Savaş zaruri olmalıdır. Millet hayatı tehlikeye uğramadıkça savaş cinayettir.

Bunun gibi, “bütünlük, zekâ, doğru görüş, taktik, inisiyatif, uzak görüşlülük, kesinlik, esneklik, dayanıklılık, fizik ve moral cesareti, uyanıklık, görev heyecanı, dürüstlük, çare bulma yeteneği gibi” askeri liderlik niteliklerine bütün derinliğiyle sahipti.
Askeri liderliğin en üst düzeye ulaşmış şekli, askeri dehâ olarak tanımlanır.
Hiç kuşkusuz, Atatürk de, en geniş anlamıyla askeri dehâ sahibi bir komutandı.
“Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale Harekâtı” isimli resmi İngiliz tarihinde, şu dikkate değer satırlar yer alır:
“…Tek bir komutanın bir seferin kaderini ve bir ulusun alınyazısını Mustafa Kemal kadar etkilemesine tarihte pek az rastlanır.”
Atatürk, gerçekten büyük bir asker, doğuştan bir komutandı.
Genel olarak “deha”, özellikle “askeri deha”, kişinin özünde vardır.
Atatürk de, bu dehayı özünde taşıyan müstesna kişilerden biriydi.
Atatürk, bir askeri dahiyi simgeleyen bir çok üstün niteliğe sahipti.
Atatürk’ün yakın silâh arkadaşlarından İsmet İnönü, onu şöyle tanımlar:
“…Büyük vasıfları vardır. Karar sahibidir. Kararları açıktır ve bir defa karar verdikten sonra, onu uygulatmak için kişiliği çok etkileyicidir. Meselâ komutanlıkta bu niteliği özellikle dikkat çeker. Muharebe meydanında yürütmek istediği muharebe şeklini, tertipleri, en uzak yerde bulunan askere kadar duyurur; onun üzerinde kendi iradesini ve azmini mutlaka sirayet ettirirdi. Bu, bir komutan için en büyük niteliklerden biridir.”
Yabancı bir yazar Richard D. Robinson, onun askeri dehasını şöyle tanımlar:
“Atatürk’ün askeri dehası, en iyi olarak beş nitelikle tanımlanabilir:
1. Kişisel cesaret,
2. Başkalarının hareketini seziş yeteneği,
3. Sabır, kendi hareketinin en etkili olabileceği zamanı kavrayış,
4. Kendi amacını açığa vurmadan, başka yönlerde inandırıcı biçimde aldatma hareketleri yapabilme yeteneği,
5. Hasım kuvvetlerin nispi gücünü objektif bir görüşle ve doğru olarak değerlendirebilme kabiliyeti.”
General Towshend, 1922 yılında, “Ben şimdiye kadar 15 hükümdar ve cumhurbaşkanı ile özel ve resmi konuşmalar yaptım. Bu gece kadar ezildiğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal’de büyük bir ruh kudretinin esrarı var” diyerek onun eşsiz kişiliğini belirtmiştir.
Atatürk üstün savaşçılık nitelik ve yeteneğine rağmen, savaşı sevmemiş ve mecbur kalmadıkça savaşı istememiştir. Bu gerçek onun şu sözlerine de yansımıştır:
“…Savaş, zaruri ve hayati olmalıdır… Milleti savaşa götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz. Lâkin millet hayatı tehlikeye uğramadıkça savaş bir cinayettir.”

Hayatına ışık saçtığı milletinin yeniden doğuşunu sağlamıştır.

Komutan, “yaratan” demektir. Üstün bir stratejist, usta bir taktikçi, büyük bir savaş teşkilâtçısı olan ve tüm savaş prensiplerini, örneğin hedef, sıklet merkezi, manevra ve baskın ilkelerini büyük bir beceriyle uygun zamanda gerçekleştiren Atatürk’ün barışçı yönünü ortaya çıkaran da, “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesidir.
Lord Kinross’un sözleriyle,
“…Atatürk, bir yandan savaş adamıdır; öte yandan da, barış adamıdır. İçindeki büyük askeri deha, ulusunu çöküntüden kurtarmış; içindeki devlet adamı niteliği ise, hayatına ışık saçtığı milletinin yeniden doğuşunu sağlamıştır.”
Atatürk, çağımızın en büyük insanı, çağını aşan, gelecek çağlara ulaşan ve ışık tutan insandır.
Bu bilgileri aktardıktan sonra Atatürk’ün Veliaht Vahdettin Efendi ile birlikte gerçekleştirdiği Almanya seyahatine geçiyoruz.
Süveyş Kanalı’nın İngiliz kontrolüne girmesinden sonra Hindistan’a ulaşmak için Berlin-Bağdat mihverine büyük önem veren Alman İmparatoru II. Wilhelm, 1889 ve 1898 yıllarında İstanbul’a gelmiş, Osmanlı Padişahını başkentinde ziyaret etmişti.
Birinci Dünya Harbi içinde, 1917 yılı Ekim ayında, İmparator üçüncü kez İstanbul’a geldi ve Padişahı Genel Karargâhına davet etti. Artık, bu davetin kabulü ve ziyaretin iadesinin kaçınılmaz hale geldiğini düşünen Osmanlı Hükümeti, Padişah Sultan Reşat seyahat edecek durumda olmadığından Veliaht Vahdettin Efendi’nin Almanya’ya gönderilmesine karar verdi.
Ayrıca, Yıldırım Ordular Grubu emrinde 7’nci Ordu Komutanı iken Filistin cephesinde uygulanması gereken strateji ve taktik konusunda Grup Komutanı Mareşal Falkenhayn ile anlaşamadığından istifa ederek İstanbul’a gelen ve Başkomutanlık emrinde bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın bu seyahatte Veliaht’a eşlik etmesi kararlaştırıldı; kabul edip, etmeyeceği kendisine soruldu. Bu seyahati kendi açısından çok ilginç gören Atatürk, derhal kabul ettiğini bildirdi. Çok iyi Almanca bilen ve Atatürk’ün Harp Okulu’nda öğretmeni olan Naci Paşa (o tarihte rütbesi albaydı) da Veliaht ile beraber gidecek, ona tercümanlık edecekti.
Seyahate çıkmadan önce Veliaht’ı ziyaret etmesi ve tanışması Atatürk’e tavsiye edildi. Bir gün Naci Paşa ile birlikte Vahdettin’i ziyarete gittiler. Atatürk, anılarında bu ziyareti şöyle anlatır:
“Bizi sarayın içinde Arap hasırlarıyla örtülmüş bir salona açılan kapıdan bir odaya soktular. Redingotlu adamlarla dolu olan odanın eşyası bir kanepe ve kanepenin iki tarafında birer koltuktan ibaretti. Henüz girdiğimiz bu odada ayakta dururken çok laubali görünen redingotlu adamların içinde diğer redingotlu bir adam peyda oldu. Bu yeni gelenin kim olduğunu, ne olduğunu ve ne olmak lâzım geldiğini ne ben, ne de arkadaşım fark etmedik. İçeri girdi; bizim bulunduğumuz tarafa teveccüh etti (yöneldi). Kanepenin sağ köşesine oturdu. Ben karşısındaki koltuğa oturdum; mütenazır koltuğu Naci Paşa işgal etti. Bu zat bir defa gözlerini kapadı; derin bir vecde daldı, neden sonra tekrar gözlerini açtı, bize lütfen iltifat etti:
– Sizinle müşerref oldum; memnunum!

Bu zavallı yarın padişah olacaktır kendisinden ne beklenebilir?

Tekrar gözlerini kapadı. Bu nazikâne sözlere cevap vermeye hazırlanırken, bihuş (şaşkın) bir şahsiyetin huzurunda bulunduğumu fark ettim; cevap vermek mi, yoksa vermemek mi lâzım geldiğinde tereddüt ettim. Naci Paşa’nın yüzüne baktım; o da çok durgundu. Onda bir defa daha tekellüm kudreti (konuşma gücü) mevcut olup olmadığını anlamak için beklemeyi tercih ettim. Biraz sonra gözlerini açtı:
– Seyahat edeceğiz değil mi?
Ben çok sıkılmış, çok muazzep (azap içinde) bir halde:
– Evet seyahat edeceğiz, dedim.
İtiraf edeyim ki, bir mecnun (deli) ile karşı karşıya bulunduğumu derakap (hemen) hissetmiş, fakat mantıkî mükâlemeye (görüşmeye) girişmekten kendimi men etmiştim. Hemen ayağa kalkıp dedim ki:
-Efendi Hazretleri, beraber seyahat edeceğiz; seyahat iki gün sonra başlayacaktır. Perşembe akşamı garda hazır bulunacaksınız; oradan hareket edeceğiz.”
Veliaht’a veda edip odadan çıkarlar; süslü bir saray arabasıyla geri dönerken aralarında aşağı yukarı şöyle bir konuşma geçer:
“Atatürk: -Zavallı, bedbaht, şayanı merhamet… Bunlarla ne olabilir?
Naci Paşa: -Öyledir,
Atatürk: -Bu zavallı yarın padişah olacaktır, kendisinden ne beklenebilir?
Naci Paşa: -Hiç…
Atatürk: -Biz ki, aklımız, mantığımız vardır; biz ki memleketin mukadderatını halini ve âtisini (geleceğini) anlamış insanlarız, ne yapabiliriz?
Naci Paşa: – Güç!..”
Atatürk, bu seyahatin bir bakıma askeri bir gezi olduğunu düşünerek Veliaht’ın askeri üniforma giymesi için kendisine adamlarıyla haber göndermişti. 20 Aralık 1917 Perşembe günü Sirkeci Garı’na geldiklerinde Veliaht’ın sivil giymiş olduğunu gören Atatürk, Veliaht’ın teşrifatçısı İhsan Bey’e: “Ben Veliaht Hazretlerinin üniforma giymesi için haber yollamıştım. Söylediniz mi?” der. İhsan Bey, söylendiği, ama Veliaht’ın dinlemediği şeklinde cevap verdikten sonra nedenini şöyle açıklar:
-Veliaht’a Feriklik (Korgenerallik) rütbesi verilmiş, sonradan Mirlivalığa (Tuğg.-Tümg.) indirilmiş, buna üzülen Veliaht, ben bu rütbeye tenezzül etmem demiş ve bir daha üniforma giymemiş. Bu seyahatte de aynı nedenle sivil giyinmeyi tercih etmiş.
Sirkeci Garı’nda yapılan uğurlama törenini Atatürk anılarında şöyle anlatıyor:
“Bineceğimiz tren hazırdı. Bir askeri müfreze saffıharp nizamında (merasim düzeninde) Veliaht’ı teşyiye muntazırdı (uğurlamak için bekliyordu). Veliaht’ın yanına yaklaştım. Başkumandan Vekili Enver Paşa da orada idi.
– Bu asker sizi teşyi için hazırdır. Kendilerini selâmlayınız dedim.
Vahdettin yüzüme baktı. Bu bakışıyla:
– Nasıl?
Demek istiyordu. İşaret ettim:
– Siz yürüyünüz, arkanızdan biz geleceğiz.

Siz İstanbul’u ve her şeyi kurtarmış bir kumandansınız. İftihar ediyorum.

Vahdettin askerin önünden geçerken iki eli de yukarıda, gayrı tabii ve gayrı şuurî selâm vererek yürüdü. Geriye dönüp trene bindik; içine girdiğimiz salonun pencerelerini açtırarak tren hareket edeceği sırada Vahdettin’e:

– Bu pencereden askeri ve ahaliyi selâmlayınız dedim.
– Niçin, lâzım mıdır? dedi.
– Evet lâzımdır!”
Vahdettin, Atatürk’ün çekinmeden yaptığı ihtarlara boyun eğmiş gibi görünerek dediklerini eksiksiz yapar. Tren İstanbul’dan ayrıldıktan sonra kendisi için hazırlanmış olan kompartımana çekilir. Bir süre sonra, tren Trakya topraklarında ilerlerken Vahdettin, Atatürk’ü salona davet eder. Atatürk, anılarında bu buluşmayı şöyle anlatıyor:
“Doğrusu bu davet beni memnun etti. Yarınki padişahı yakından tetkik etmek fırsatlarından birincisi bahşediliyor demekti. Vahdettin’in salonuna girdiğim vakit kendisini ayakta, bana muntazır (beni bekler) buldum. Oturdu. Bana da oturmak için yer gösterdi. Bu dakikada sarayında ekseriya gözleri kapalı konuşan zatı büsbütün başka bir vaziyette buldum. Bilâkis (tersine) gözlerini çok kuvvetle açmış ve dikkatle bana bakıyordu. Bir nutuk irad eder gibi, şu tarzda beyanatta bulundu:
-Affedersiniz Paşa Hazretleri, birkaç dakika evveline kadar kiminle seyahat etmekte olduğumu bana izah etmemişlerdi. Ancak trenin hareketinden sonra aldığım malumat üzerine gıyaben (yüzünü görmeden) çok tanıdığım ve takdir ettiğim bir kumandanla beraber olduğumu anladım. Ben sizi çok iyi bilirim. Arıburnu’nda ve Anafartalar’da yaptığınız bütün icraat, kazandığınız muvaffakiyetler tamamen malumumdur. Siz İstanbul’u ve her şeyi kurtarmış bir kumandansınız, beraber seyahat etmekte olduğum için çok memnun ve müftehirim (seviniyor ve iftihar ediyorum).
Vahdettin bu sözleri çok ağır, fakat muntazam (düzgün) söylüyordu. Hayret ettim, icap ettiği gibi cevaplar verdim; aramızda mükemmel, ciddi ve samimi musahabeler (sohbetler) oldu.
O gece için görüştüklerimizi kâfi addederek kendisini fazla rahatsız etmek istemediğimi söyleyip müsaade aldım. Salona avdet ettiğim (döndüğüm) zaman inşirah (gönül ferahlığı) hissediyordum. Düşündüm ki, bu zat akıllı olmalıdır. İstanbul’da ilk buluştuğumuz vakit, o devri bilenlerce anlaşılması kolay olan sebep ve şeraitin (sebep ve koşulların) tesiri altında garip bir hal gösteren Veliaht, İstanbul’u terk ettikten, kendisini tamamen serbest gördükten ve bilhassa muhataplarının şayanı emniyet adamlar olduğunu anladıktan sonra şahsiyetini olduğu gibi göstermekte artık beis (sakınca) görmüyor. Buna göre ben de kendisine bütün ahvali ve zaruretleri anlatabilirim, hatta kendisince yapılacak bazı zeminler üzerinde faaliyete geçebilirim ümidine kapıldım.”

Atatürk ve yol arkadaşları seyahat boyunca temaslara devam ederler.

Seyahat günleri birbirini izler. Atatürk, Veliaht ile her gün uzun veya kısa görüşmeler yapar; kendisini aydınlatmak, yakın ve samimi yardımlarla desteklemek suretiyle Vahdettin ile bazı şeyler yapılabileceği kanısına varır. Bu düşüncesini Naci Paşa’ya ve diğer yol arkadaşlarına da söyler; Veliaht’ı bu şekilde hazırlamanın bir görev olduğuna işaret eder. Atatürk ve yol arkadaşları seyahat boyunca bu tür temaslara devam ederler.
Nihayet Alman Genel Karargâhının bulunduğu küçük bir kasabaya varırlar. Karargâhın giriş kapısı karşısında yer almış olan çok gösterişli bir Alman birliği Veliaht’ı selâmlar.
İmparator, Türk heyetini giriş kapısında karşılar; büyük bir hole geçerler; Hindenburg, Ludendorf ve diğer karargâh erkânı oradadır. Veliaht, beraberinde bulunanları burada İmparatora takdim eder. Mustafa Kemal Paşa’nın takdimi sırasında İmparator, yüksek sesle:
– “16’ncı Kolordu… Anafartalar!” der. İmparatorun bu sözleri üzerine orada hazır bulunan Alman subaylarının hepsi Atatürk’e bakarlar. Atatürk, mahcup ve mütevazı bir tavırla önüne bakar… Atatürk’ün bu utangaç davranışı üzerine belki de bir hata yapmış olabileceğini düşünen İmparator:
– “Siz 16’ncı Kolordu Komutanlığını ve Anafartalar’ı yapmış olan Mustafa Kemal değil misiniz?” der.
Atatürk, İmparatorun bu sorusuna olumlu cevap verir.
Ertesi günü Hindenburg ve Ludendorf u ziyaret ederler. Bu ziyaretleri Atatürk, anılarında şöyle anlatır:
“Hindenburg’un ufacık bürosunda idik. Mareşal, masasının başında ve sol ilerisindeki koltukta Vahdettin, onun yanında dili mesabesinde (derecesinde) olan Naci Paşa oturuyordu. Ben Hindenburg’un sağına tesadüf eden sandalyede idim. Veliaht ve Hindenburg birbiriyle görüşüyorlardı. Kısa ve merasim kabilinden olan böyle bir mülakatta çok mühim şeyler konuşulmak mutad olmamakla beraber Hindenburg, Veliaht’a bittabi onun delaletiyle bütün Türk milletine çok tesellibahş sözler söylüyor, Veliaht bu tesellibahş beyanata teşekkür ediyordu.
Ben Hindenburg’un ağzından işittiğim sözlerin en nihayet kibar ve misafirperver olduğu için nezaketen sarf edilmekte olduğuna kani olmak istiyordum. Yoksa beyanatın medlulü (sözlerden anlaşılan), beni meyus edecek mahiyette idi. Mükâlemeye iştiraki münasip görmedim; bilâkis mülakatın kısa kesilmesine intizar ediyordum; öyle oldu.
Vahdettin’i Ludendorf da büyük nezaket ve itina ile kabul etti. Denebilir ki, o da Mareşal’in temas ettiği mevzular üzerinde tesellibahş izahatta bulundu. Bilhassa o günlerde şimali garbi (kuzeybatı) cephesi üzerinde itilâf orduları aleyhine başladıkları parlak taarruzdan bahsetti. Bu taarruzu esasen biliyorduk. Fakat taarruzun vasıl olabileceği neticeyi Ludendorf’un lisanından (ağzından) işitmek için sabırsızlanıyordum.
Gördüm ki, mükâlemenin hedefi bu değil. Alman ordusunun taarruz etmekte olduğunu söylemek de Alman millet ve ordusunun ve bütün müttefiklerin kuvvei maneviyelerini yükseltebilecek teminat vermekten ibaretti.

En nihayet taarruz kuvvetleri hangi hatta kadar gidebileceklerdir?

Şüphelerimi halletmek için olmalı, Generale kısa bir sual sordum:
-En nihayet taarruz kuvvetleri hangi hatta kadar gidebileceklerdir?
Böyle, Veliaht refakatinde bulunan bir zabitin damdan düşer gibi sorduğu suale muhatap olan Ludendorf, nezaket içinde devam eden beyanatını tevkif etti (sözlerini kesti); biraz düşündü, biraz da yüzüme baktı ve dedi ki:
-Biz taarruz ediyoruz, neticesini hadisat gösterecektir.
Cevap verdim:
-Yapılmakta olan taarruz neticesinin ne olabileceğini anlamak için hadisat ve talihin tecellisine intizar etmeye lüzum olmadığını zannediyorum; çünkü yapılan taarruz, en nihayet “parsiyal” (mahdut hedefli) bir taarruzdur.
Ludendorf, tekrar yüzüme baktı. Ne demek istediğimi pek iyi anlamıştı. Müspet, menfi cevap vermeyerek sustu. Mükâleme burada kaldı ve ziyarete hitam (son) verildi.”
Ziyaretin ertesi günü kaldıkları otelde Atatürk, Veliaht’a Ludendorf un taarruzun akıbetini Allaha bırakan tevekkülü karşısında Türk Başkomutanlığı’nın memleketin geleceğini Alman zaferine bağlamasının mantıksızlığını anlatmaya çalışırken dışarıdan “Kayzer.. Kayzer..” sesleri duyulur. İmparator, Veliaht’ı ziyarete gelmektedir.
Atatürk, bu ziyareti şöyle anlatıyor:
“İmparatorun istikbaline şitap ettik (karşılanmasına koştuk). Kayzer salona dahil oldu. Hep beraber oturduk. İmparator hakikaten centilmence konuşuyor, sadık ve vefakâr Osmanlı Devleti’nin çok kıymetli bir Alman müttefiki olduğundan ve bilhassa Başkumandan Vekili Enver Paşa Hazretlerinin bu dostluğun kıymet ve yüksekliğini anlayarak çalıştığından, Alman Başkumandanlık ve Erkânıharbiyesinin bu güzide zata fevkalade emniyet ve itimat beslemekte olduğundan bahsediyordu.
Ben Veliaht’m sağındayım. Naci Paşa tam karşımızda bulunuyordu, İmparator solundaydı. Takriben şu sual Naci Paşa lisanıyla Vahdettin tarafından İmparator’a soruldu:
– Türkiye’nin Almanya’ya karşı sadakat ve vefasından, yakın âtide Alman müttefiklerinin saadete kavuşacaklarından bahseden beyanatı şahaneleri Osmanlı Devleti’nin yarınını düşünmek vaziyetinde bulunan âcizlerinde büyük bir inşirah ve teselli uyandırdı. Ancak vaziyeti umumiyeyi mütalâa ve tetkikten sarfınazar ederek, bir noktayı daha vuzuhla anlatmak ihtiyacındayım. Türkiye’nin kalpgâhına tevcih olunan darbeler tevkif olunmaksızın ilerlemektedir. Eğer bu darbeler muvaffak olursa Türkiye mahvolacaktır. Bu darbeleri tevkif için kâfi teminat ifade eden beyanatınızı dinleyemedim. Lütfen bu hususta beni biraz tenvir ve tatmin buyurur musunuz?

Alman İmparatoru geri dönerek özür diler ve Atatürk’ün elini sıkar.

Bu sual üzerine İmparator, oturduğu sandalyeden derhal ayağa kalktı. Şöyle bir hitapta bulundu:
-Türkiye’nin muhterem Veliaht’ı, anlıyorum ki, sizin zihninizi teşvik edenler (karıştıranlar) vardır. Ben Almanya İmparatoru size âtiden, muvaffakiyeti âtiyeden bahsettikten sonra şüpheniz kalır mı, kalmaz mı? Yanında bulunduğum Veliaht, müspet cevap vermekle beraber endişesinin zail olmadığını da ilâve etti. İmparator kalktığı sandalyeye artık oturmadı… Ve bizi terk edeceğini nezaketle ima etti.
Salonun kapısına doğru yürüdü. Vahdettin ve arkasından bizler, Kayzer’i salonun kapısından dışarı çıkardık. Kayzer sola doğru giden bir koridordan yürüyecekti.
Ben Kayzer’in hoşuna gitmediğimi anladığım için makûs (ters) koridora doğru ve biraz uzakta durdum. İmparator, Veliaht’ın ve müteakiben ona yakın bulunan Naci Paşa’nın ellerini sıkarak, uzağında bulunan bana baktı ve müteveccih olduğu koridor istikametinde yürümeye başladı.
Benim elimi sıkmamıştı. İmparator’un hakkı vardı. Veliaht’ın refakatinde bulunan herhangi bir generalin elini sıkmak için onun ayağına mı gidecekti? Lâzım değil midir ki, bu general, İmparator tarafından eli sıkılmak şerefini ihraz için biraz istical etsin (kazanmak için biraz acele etsin).
Bu kusurumu itiraf ederim. Bilmem neden durgun, harekete iktidarsız, sabit ve dalgın bir vaziyet almıştım. İmparator, iki üç adım yürüdükten sonra tekrar geri döndü. Bana yaklaştı:
– Affedersiniz sizin elinizi sıkmamıştım.
Elimi uzattım, çok nazik ve âlicenapane iltifatlarına mazhar oldum.”
Bu ziyaretlerden sonra İmparator Türk heyetini sofrasına akşam yemeğine davet eder.
Atatürk’ün bu davete ilişkin anıları şöyledir:
“Kayzer’in karşısında bir prens, sağında Vahdettin, solunda Berlin Sefiri Hakkı Paşa merhum ve prensin solunda da ben bulunuyorduk. Benim solumda Ludendorf vardı. Ludendorf, Fransızcasıyla benimle görüşüyordu. İmparator, Ludendorf’a Almanca:
– Sağındaki adamla konuş! dedi.
Ludendorf:
– Onu yapıyorum. Cevabını verdi. Bittabi bu mükâlemeleri anlayacak kadar Almanca bildiğim için İmparator’un ihtarına ve Ludendorf’un cevabına intikal etmiştim. Dimağı çok büyük harekâtın idaresinden mütevellit yorgunlukla meşbu bulunan Ludendorf, yemek esnasında hatırımda yer tutacak kadar ciddi bir mükâleme mevzuu bulamadı. Yemek bitti; bu salona bitişik, âdeta onun büyük parçasına benzeyen diğer bir salon vardı.
Sofrada hazır bulunanlardan bir kısmımız oraya geçtik.
İmparator, Hindenburg, Ludendorf, Alman Başvekili olduğunu zannettiğimiz bir zat, bizim tarafımızda da Veliaht, Hakkı Paşa merhum ve bizler…

Aldığım ciddi bir rapor, fırkanın bir kuvvet olmadığı mahiyetindeydi.

İmparator bir köşede ayakta Veliaht ile tatlı tatlı konuşuyor. Ben, arkasını, iki salonun faslı müştereki olan kavsin duvarına dayamış, çok heybetli ve canlı, asil nazarlarında hakayiki (gerçekleri) anladığı görülen, fakat anladıklarını her muhataba söylemekten muhteriz (çekinen) yüksek bir şahsiyet karşısındayım: Hindenburg!
Hindenburg ile görüşmek istiyor, kendisini bilhassa Veliaht ile beraber ziyarete gittiğimiz vakit temas etmiş olduğu tatlı musahabe (sohbet) zeminine sevk etmeye çalışıyordum.
Mareşal, ziyaretimiz esnasında Suriye vaziyetinin ıslah olduğunu, son günlerde yeni ve taze bir süvari fırkasının muharebe meydanına ithal edildiğini söylemişti. Halbuki bu büyük adamın bahsettiği bittabii oradaki kumandanların verdiği rapor muhteviyatıydı. Hakikati halde mevzubahis olan bu süvari fırkası, ben henüz 2’nci Ordu Kumandanı iken, Yıldırım Grubu’nu takviye için bu gruba gönderilmesi talep olunan fırka idi. Ben, 7’nci Ordu Kumandanı olmadan evvel, bu süvari fırkasının teşkil ve teminine çok çalışılmıştı. Ancak toplanılabilen bu seyyar kuvvet o kadar bimecal (güçsüz) idi ki, evvelâ lagar hayvanlarını Resülayn civarındaki otlaklarda beslemek ve ondan sonra kabili istifade bir hale gelip gelmediğini yeniden tetkik etmek lâzımdı. Ben aylarca sonra 7’nci Ordu Kumandanı olduğum zaman bu fırkadan istifade edip edemeyeceğimi tahkik ettim. Aldığım ciddi bir rapor, fırkanın bir kuvvet olmadığı mahiyetindeydi. Alman büyük karargâhında Hindenburg’un ağzından işittiğim şu idi ki, bu fırka muharebe meydanına dahil olmuş ve vaziyet ıslah edilmiştir.
Mareşal’e bu macerayı hikâye ettim ve dedim ki:
– Benim söyleyeceğim sözler sizin aldığınız raporlar muhteviyatına uymayabilir. Fakat emniyet edebilirsiniz ki, hakikattir. Bunu kabul ediniz. Sonra Mareşal, siz mühim bir taarruz yapıyorsunuz ve zannetmem ki, buna çok bel bağlamış olasınız; yalnız bana söyler misiniz, emniyetle ümit ettiğiniz hedef ve maksat nedir?
Büyük ve ihtiyatlı asker benim bu sualime cevap verebilir mi idi? Zaten kendisinden bunu beklememeli idim. Bu, belki de biraz laubali vaziyetim, ihtimal İmparator Hazretlerinin sofrasında bize ikram edilen nefis şampanyaların tesiriyle olmuştu.
Mareşal, söylediklerimi dikkatle dinler gibi göründü; fakat çok basit ve şirin bir cevap verdi: (Salonun ortasında duran ve üzerinde muhtelif sigaralar bulunan ufak bir masa vardı.)
– Ekselans, size sigara takdim edebilir miyim?
Hindenburg her şeye cevap vermişti. Ortadaki masaya gittik; kendi eliyle bana bir sigara verdi. Meğer Vahdettin ile konuşan İmparator, bizim temas ve mukâlememiz ile alakadar oluyormuş. Almanca olarak Mareşal’e sordu:
– Ne diyor?
Mareşal cevap verdi:
– Bir şeyler!

Hiç olmazsa Türkiye’de hakikati görmüş olanların mevcudiyetine inanacaktır.

Ben sigaramı yaktıktan sonra Hindenburg’u bıraktım, İmparator ile konuşan Vahdettin’in yanına gittim:
– Hakikati anlıyor musunuz? diye sordum. Muhatabınız Almanya İmparatoru’dur. Benim size arz ettiğim endişeleri izah edecek bir tek kelime söyledi mi?
– Hayır! dedi.
– Konuşmaya devam ediniz, dedim ve ciddi konuşunuz; bütün endişeleri İmparator’a söylemekte tereddüt etmeyiniz; ben eminim ki, o sizden memnun olmayacaktır. Fakat hiç olmazsa Türkiye’de hakikati görmüş olanların mevcudiyetine inanacaktır.
Veliaht, masum bir tavır takınarak:
– Öyle yapıyorum dedi.”
Veliaht ve beraberindekilere cephedeki birlikleri gezdirerek Alman ordusuna güvenlerini artırmak için bir program hazırlanmıştır. Büyük bir karargâha gidilir, burada Alman Komutanı, Veliaht’a, gayet güzel hazırlanmış, renkli haritalar üzerinden birliğinin durumunu parlak sözlerle açıklar. Bu güzel açıklamayı dinleyen Veliaht, Mustafa Kemal Paşa’ya usulca: “Ya buna ne dersin?” der.
Atatürk: “Durumu yerinde, arazide, görmek istediğinizi” söyleyiniz cevabını verir.
Cepheye giderler. Orada da kendileri için önceden hazırlanmış bir gezi planı ile karşılaşırlar. Atatürk: “Bu planı bırakalım ve benim göstereceğim yere gidelim” der. Bunun üzerine olayların gelişimini Atatürk, anılarında şöyle anlatıyor:
“O anda bir kargaşalık oldu. Vahdettin, hazır krokiye tâbi, sevk olunduğu istikamette yürüdü. Bende bir asker inadı uyandı. Onları takip etmedim. Edinmiş olduğumuz haritanın delâletine güvenerek ateş hattının bir noktasına yürüdüm ve ateş hattı gerisinde bir ağacın dibine geldim. Orada genç bir zabit ağaç üzerinde tarassut (gözetleme) yapıyordu. Bana refakat eden Alman zabitleri de vardı. Tarassut yapan zabit aşağı indi. Meşhudatını (şahit olduklarını, yani gördüklerini) anlattı.
– Müsaade eder misiniz, ben de bu ağaca çıkayım dedim.
– Hay, hay!
Cevabını verdiler; çıktım, zabitin söylediklerini aynen gördüm. Fakat asıl mevzubahis olmak lâzım gelen nokta, bu müşahade olunan vaziyete karşı olan vaziyetti; onun için sordum:
– Bu düşman vaziyeti karşısında kuvvetiniz, tertibatınız, ihtiyatlarınız nedir, lütfen bana söyler misiniz?
Ateş hattının saf olan zabitleri ve kumandanları, Türk müttefiklerinin bir kumandanına hakikati söylediler. Hakikat şu idi: Piyade kuvvetler hemen hemen gayrı kâfi dereceye gelmişti. Süvari iken piyade gibi istimale mecbur oldukları bir kuvvetten bahsettiler; o da birinci hattın istinatlarından sonra ihtiyat denecek keyfiyet ve kemiyetten (nitelik ve nicelikten) çıkmıştı. Bu malumatı aldıktan sonra, çok mütehayyir olarak (hayrete düşerek) kendilerine biperva (çekinmeden) dedim ki:
– O halde tehlikedesiniz!
– Öyle… Dediler.”

Dünyayı iğfale çalışan Ermeniler lehine konuşmak fikri size nereden geliyor?

Bu gezinin yapıldığı gün Atatürk ile bir Alman Kolordu Komutanı arasında geçen konuşma ilginçtir. Alman Kolordu Komutanı Atatürk’e sorar:
– Siz Veliaht’ın yaveri misiniz?
– Hayır!..
– Ne münasebetle refakatte bulunuyorsunuz?
– Böyle bir vazife aldığım için.
– Askeri vaziyetlerden çok iyi anlıyorsunuz. Türkiye’de herhangi bir kuvvete kumanda ettiniz mi?
Atatürk’ün Türkiye’de tümen, kolordu ve ordu komutanlıklarında bulunduğunu öğrenen Alman generali hayretler içinde:
– Affedersiniz, biz şimdiye kadar size yanlış hitap ediyormuşuz. Demek siz “Ekselans”sınız; der.
Alsas’ta bir gece Vali’nin evine davet edilirler. Vahdettin ile Vali bir masada oturup konuşurlarken Vali, Vahdettin’e Ermeniler ile ilgili bir sual sorar. Vahdettin bazı cevaplar verdikten sonra Atatürk’ü yanına çağırarak Valiye:
“- Cephelerde bulunmuş, memleketi tanıyan bir kumandan yanımdadır; isterseniz onu da dinleyiniz!” der.
Valinin, Almanya’nın misafiri olan dost ve müttefik bir devletin yarın padişah olacak Veliaht’ına Türklerin Ermenilere yaptığı feci tecavüzlerden söz etmesine çok şaşan ve kızan Atatürk:
“- Türkiye’nin Veliaht’ı ile Almanya’nın mutena bir mıntıkasında kıymetli olduğuna şüphe etmediğim bir valisinin bulabildiği mükâleme zemini beni mütehayyir etti (hayrete düşürdü). Evvela sizden şunu anlamak istiyorum: Müttefikiniz olan ve bu ittifak uğrunda maddi ve manevi tekmil mevcudiyetini mahveden Türkiye’ye karşı, tarihin bilmem hangi devrinde mevcut olduğunu iddia eden ve bu mevcudiyeti ihya etmek için dünyayı iğfale çalışan Ermeniler lehine konuşmak fikri size nereden geliyor?
Vali Hazretleri, biz, cephelerde dolaşan bir heyetiz; buraya Ermeni meselesini konuşmak için değil, fakat müttefikimiz olan ve kendisine itimat etmekte olduğumuz Alman ordusunun hakiki vaziyetini anlamaya geldik; onu anladık; kâfi bir vukuf ile memleketimize avdet ediyoruz (dönüyoruz).” diyerek Valiyi susturur.
Sonra Krup Fabrikası’nı gezerler; fabrika sahibinin muhteşem şatosunda akşam yemeğine davet edilirler. Nihayet Berlin’e dönülür ve İmparator’un misafiri olarak Adlon Otelinde ağırlanırlar. Burada Vahdettin, basın toplantıları düzenler. Atatürk’ün gezi boyunca kendisine telkin ettiği fikirlerden ilham alarak konuşur. Bu, Atatürk’ü sevindirir.
Bir toplantı sonunda yalnız kaldıklarında Vahdettin’e der ki:
” – Osmanlı tarihini bilirsiniz; bu tarihin bir takım safhaları vardır ki, sizi korku ve endişeye sevk eder ve bunda haklısınız.
Ben size bir şey söyleyeceğim, o nispette hayatımı size teşrik edeceğim (sizin hayatınızla birleştireceğim); memnun olur musunuz?” der.

Talih, Yunanlıları İzmir’e çıkarırken Mustafa Kemal’i Samsun’a getiriyordu.

Vahdettin’in: “Söyleyiniz!..” demesi üzerine aralarında şu konuşma geçer:
“Atatürk: – Henüz padişah değilsiniz, fakat Almanya’da gördünüz ki, imparator, veliaht ve prensler hep bir iş üzerindedir. Neden siz bütün işlerden uzak kalasınız?
Vahdettin: – Ne yapabilirim?
Atatürk: – İstanbul’a gider gitmez bir ordu kumandanlığı isteyiniz. Ben sizin erkânıharbiye reisiniz (kurmay başkanınız) olurum.
Vahdettin: – Hangi ordunun kumandanlığını?
Atatürk: – Beşinci ordunun(5’inci Ordu Liman Von Sanders’in komutasında bulunan ve Boğazları savunmakla görevli ordu) kumandanlığını…
Vahdettin: – Bu kumandanlığı bana vermezler.
Atatürk: – Siz isteyiniz.
Vahdettin: – İstanbul’a gittiğim zaman düşünürüm.”
Almanya seyahati, Osmanlı Hanedanı ile ilk yakın teması olduğu için Atatürk’ün yaşamında önemli bir yer tutar. Seyahat 1917 yılının son günleriyle 1918 Ocak ayının ilk günlerini kapsar. O günlerde artık ABD de Almanya aleyhine harbe girmiştir. Rusya’nın harpten çekilmesine rağmen Alman zaferi artık bir hayaldir. Atatürk, bunun idraki içindedir. Bağdat, Kudüs düşmüştür. İngilizler, Filistin’de taarruz hazırlığındadırlar. Bu durumda Atatürk’e göre uygulanacak strateji, elde kalan kuvvetleri süratle Toroslara doğru çekerek son gücümüzle Anadolu topraklarını savunmaktır. Yol boyunca bu fikri Veliaht’a işlemeye çalışmıştır.
Vahdettin’in padişah olur olmaz yapabildiği şey, Başkomutanlık Vekâletini lâğvederek Enver Paşa’yı Erkânıharbiye Reisi durumuna indirmesi olmuştur. Ama bu, pratikte hiçbir şeyi değiştirmemiştir.
Atatürk’ün 9’uncu Ordu Müfettişliğine atanmasında Almanya seyahati sırasında Vahdettin üzerinde bıraktığı olumlu etkinin de bir ölçüde payı olduğu düşünülebilir.
Loyd Corc ve Vahdettin’in
Mustafa Kemal’in
talihindeki rolleri
Atatürk’ün sağlığında Amerikan elçisi olan ve kendisiyle uzun konuşmalar yapan General Sherill’e göre: “Talih, bir taraftan Yunanlıları İzmir’e çıkarırken öbür taraftan, onlara karşı koyacak Mustafa Kemal’i Samsun’a getiriyordu. Bu dramda, Yunanlıları İzmir’e gönderen Loyd Corc ve Mustafa Kemal’i Anadolu’ya tayin eden Vahdettin adındaki iki kukla, talihin âleti olmuşlardır. Vahdettin, Mustafa Kemal’i Samsun’a Ordu Müfettişi olarak göndermekle, başkenti, arzu edilmeyen şahsiyetinden kurtarmayı düşünmüştür.” Hükümdar, Almanya seyahatinde (15 Aralık 1917-4 Ocak 1918) refakatindeki Mustafa Kemal Paşa hakkında iyi intibalar edinmişti. “Onu takdir ettiğini ve kendisine güveni olduğunu” açıklardı. Her ikisinin Enver Paşayı sevmemeleri, onları birleştiriyordu. Mustafa Kemal’in yurt sevgisi, herhalde, Vahdettin’in gözünden kaçmamış olmalıydı. Fakat, hükümdar, kendi durgunluğu ile Mustafa Kemal’in ateşli ruhu arasındaki uçurumun farkına varamamıştı.

Kaynak: http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ataturkun-almanya-seyahati-99248h.htm

Leave a Reply