Ey Türk, Titre ve Kendine Dön! I-II / E. Fuat TEKÇE
Ey Türk, Titre ve Kendine Dön! * -I-
Biricik önderimiz Yüce Atatürk ile O’nun silâh ve dava arkadaşlarının Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’ndaki 103 bin 1 şehidimizin kanıyla kutsanmış topraklar üzerinde çilekeş fakat özverili millet ile el ele vererek kurdukları “Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti Türkiye Cumhuriyeti” özellikle son on yıldır küresel emperyalizmin ve işbirlikçisi iç bedhahların sinsi, çok yönlü, yoğun saldırısı altındadır. Ama bu saldırı yeni değil! İlki 1973 ile 1985 yılları arasında emperyalizmin taşaronu ASALA ile yapılmıştı, 1974’ten günümüze dek de yine taşaron PKK ile yapılıyor. Hem bu kez devlet de pervasızcasına tehdit edilerek! Malgalda kül bırakmayan laf edebesi iktidar ise bu tehdit karşısında suskun!
Geçmişte olsun ya da şimdi, söz konusu tüm bu saldırılarda gözetilen amaç devlet ve millet birliğinden oluşan bütünün, tamamlayıcılarına ayrıştırılarak bölünüp parçalanmasıdır. Hedef, Lozan’ın intikamını almak üzere Sevr’i hortlatmaktır ki böylece zaferle sonuçlanmış Türk Kurtuluş Savaşı’nı taçlandıran Türk Devrimi’nden bu yana bölgede istediği üstünlük ve baskıyı kuramayan emperyalizmin önü açılsın. Unutulmasın ki elli, yüz yıl gibi uzun vadeli düşünüp geleceği ona göre planlayan emperyalizm kindardır!
Ancak, özünde Kemalist ruhlu Türk Silahlı Kuvvetleri “TSK”’nın canını verircesine koruyup kolladığı, ortada, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti varken bu işin üstesinden nasıl gelinecek? Hem de öyle bir Türkiye ki Yakın ve Orta Doğu’daki petrol, doğal gaz ve ham madde kaynaklarına çıkan ulaşım yollarınn kavşak noktasında bulunuyor. Kapitalizm ve yavrusu emperyalizm için yaşamsal öneme sahip, göz diktikleri bir jeopolitik!
Türk dünyasının en batı ucundaki Anadolu Türkleri’nin yedi düvel düşmana karşın yalnızca kan ile değil ve fakat kadim ve köklü kültür ve tarihlerinden gelen birikim ve deneyimle de kurdukları son bağımsız Türk devletinin kalım ve varlığını belirleyecek emperyalist parçalama planındaki en kesin ögelerden biri de devlet ve milletin bölünmez birlik ve bütünlüğünü koruyup kollamakla yükümlü ve bu konuda koşullar ne olursa olsun kesinkes kararlı TSK’yı, plandaki yol haritasına göre önce bölüm bölüm itibarsızlaştırıp güçsüzleştirerek sonunda da bütünüyle etkişizleştirmektir. Aynı, I. Dünya Savaşı’nda yenik düşmüş Osmanlı Devleti’nin beklenmedik bir direniş olasılığına karşı Mondros Ateşkesi ile asker ve silahtan arındırılıp ordularının işe yaramaz hâle getirilmesi gibi!
Fakat, TSK’yı etkisizleştirmenin “Şu Çılgın Türkler” için kutsal olan vatan toprağı Türkiye’de silâhla yapılamayacağını ve böyle bir deliliğe cür’et edilirse asker-sivil milletçe hallaç pamuğu gibi atılıp perişan olacağını, küresel emperyalizm henüz daha doksan, yüz yıl önce yaşadığı Anadolu macerası dolayısıyla iyi biliyor. O halde ne yapacak? Antik Roma’dan kalma “Sorun yarat, böl ve egemen ol, yönet!” politikası gereğince önce içeride, mütareke yıllarındaki manda yanlılarına benzer işbirlikçiler bulacak! Ama söz konusu işbirlikçiler genellikle yoksulluk koşullarında büyümüş, bu yüzden de doğal olarak mal ve para canlısı, millî bilinci, birikimi, deneyimi, görgüsü, genel kültürü ve yetişimi yetersiz, dünyaları küçük ve ufukları da dar kimseler olmalıdırlar ki emperyalizmin böldedeki amaçları doğrultusunda istenildiği gibi yönlendirilip kullanılabilsinler. Üstüne üstlük sığ ve hele bir de ikbal düşkünü olurlarsa…
Gerisi malûm: AKP’nin kurulduğu 2001 yılından bu yana anlaşılması güç, kafası karışık, dünya ve yaşam görüşü ağırlıkla din merkezli ve İslamcı olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2003 yılından beri gittikçe kişiselleşip keyfileşen on yıllık iktidarı…
Daha 1994’ten başlayarak egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu laik Tükiye Cumhuriyeti’ne meydan okurcasına “Emhamdülillah şeriatcıyız” ya da aynı doğrultuda “Müslümanın yaratıcısı olan Allah kesin hakimiyet sahibidir” demiş, referanslarının İslam, tek hedeflerinin de İslam devleti olduğunu söyleyerek Atatürk ve İnönü ile Cumhuriyet, Devrimler ve demokrasi karşıtı, hatta bazen hakaretamiz pek çok benzeri düşüncesini de açıkça dile getirmiştir.
Gösterilen yarımağızlı tepkiden cesaret alarak da kuruluş felfesesi demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti değerlerinden oluşan Türkiye Cumhuriyeti’nin somut ve cıvataları, tesettür ve turbanın siyasal getirim hesabıyla sanki dinsel bir gereklikmiş gibi gösterilip bilinçli biçimde yıllar süren bir tartışmaya dönüştürülmesiyle yavaş yavaş gevşetilmeye başlanmıştır.
AB’ye -AKD’deki görmemişliğinin kanıtı olan- güpegündüz havai fişekli üyelik girişimleri, aceleye getirildiği için başarısızlığa mahkûm, gösteri niteliğindeki Kürt açılımları, eski ve teknik açıdan uyumsuz raylar üzerinde sefere konulup da Pamukova’daki gibi bir gün bir yerlerde devrilmesi kaçınılmaz olan sözde hızlı tren örneği “çılgın”, ama gerçekten de çılgın projeler ve 2003’ten beri benzeri güya icrâatlar hep söz konusu gevşetmeyi gizlemek amacına yönelikti.
Oysa, söz konusu demagojik ve populist “çılgın”lıklar yerine onbir yıldır kentlerin alt yapı sorunlarını çözüp her şiddetli yağmurda evleri, iş yerlerini, sokak ve caddeleri su baskınından ve insanları da bitmeyen acı ve ızdıraptan kurtarmak daha doğru ve yerinde olmaz mıydı?
“Yolsuzluğu ortadan kaldıracağız, hortumları keseceğiz” naralarıyla iktidara geldiler ama Frankfurt Yüksek Eyalet Mahkemesi’nin dolandırcılık ve haksız kazanç elde etmek suçundan cezalandırdığı, Almanya’daki Türklerden sosyal yardım bahanesiyle 41 milyon Avro toplayan Deniz Feneri e.V. Derneği’nin Türkiye’ye gönderilen dosyasını hasır altı ettiler. O da ne ki? Sayıştayın mali denetim raporu Anayasa’da öngörülenin tersine TBMM’ye gelmeden, daha doğrusu getirilmeden, hükümet 2013 yılı bütçesini görüştü ve genel kurulda tartışılmadan kabul edildi. Kim bilir milletten yine ne kaçırılmıştır?
Allem edip kalem edip ümmetçi zihniyetlerinin simgesi olan rüküşlük örneği turbanı, içeriği demokrasiden başka her şeye benzeyen demokratikleşme paketiyle “ben dedim oldu”’ya getirip nihayet kamuda da serbestleştirerek 80 yıllık “Andımız”’ı da kaldırdılar. Kaldırdıklarını sanıyorlar ama kahin olmaya gerek yok, kalktı mı, kalkmadı mı?, 29 Ekim’de görecekler!
Başbakan olayları tersyüz edip kendi lehine kullanmasını iyi biliyor. Örneğin, son zamanlarda övünüyordu: “Türkiye’nin IMF’ye olan borcunu bitirdik, artık Türkiye IMF’ye borç veriyor.” Elli iki yıllık borcun bitmesi gayet tabii ki sevinilecek bir olgudur. Ama, ya öteki borçlarımız durumu?
Kısaca: Azalmadı, aksine arttı!
Dış borç stoku 2002’de 129,6 milyar Dolar iken, bu stok 2012’de 336,9 milyar Dolar’a yükseldi. Kamu ve özel sektör olarak iç ve dış borçların aynı dönemdeki toplamı 221, 3 milyar Dolar’dan 533,4 milyar Dolar’a çıktı.
Milletin verdiği vergilerle çırılçıplak ülkede 1923’den bu yana yoktan var edilmiş, kimisi millî savunmada stratejik öneme sahip, 90 yılın alın teri kamu mallarından 124’ü, iki Boğaz köprüsü ile 8 otoyol dahil, özelleştirme adı altında yok pahasına “babalar gibi” satılarak 41 milyar Dolar elde edildi. Acı ama gerçek: Bu gelir iç ve dış borçlar toplamının ancak %13’üdür! Alanlar Alman, Amerikalı, Avusturyalı, Belçikalı, Çek, Dubaili, Kazak kisvesi altında Ermeni, Finli, Fransız, Hollandalı, Hong-Kong’lu, İngiliz, İsrailli, İtalyan, Kanadalı, Kazak, Kuveytli, Lübnanlı ve Rus. Kimi satın alan da alış fiyatının üç katına hemen sattı. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ekonomik kalkınma becerisi! Oldu olacak, geriye ne kaldıysa, dağlarımızı, denizlerimizi, akar sularımızı da satıp kurtulalım bari!
Oysa Atatürk daha 1922 yılında söylemiş: “Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlık ile mümkündür.” Bir de bugünümüze bakalım: Ekonomimiz Türk’ten başka hemen hemen her milletin! Tarım ve hayvancılık ise çoktan sizlere ömür! Dolayısıyla da, ey AKP sen çok yaşa! Efendim, Boğaz’a üçüncü köprü, Marmaray, İzmit Körfezi’ne bir köprü, duble yollar, kentsel dönüşüm, toplu konutlar vs, vs yapıyorlarmış. Ödediği vergilerle millet parasını zaten veriyor. Yapacaksın tabii! İşin ne? Seçimlerde oy isterken sen değil miydin vadeden? Yoksa, lütuf da mı bulunduğunu sanıyorsun?
Bu tablo Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kalkınma yönü. Ya adalet yönü?
__________________________
* Orhun nehri boylarındaki Göktürk Anıtları’ndan Bilge Kağan’ın kardeşi Kültegin için 732 yılında diktirttiği taş yazıttan.
1 Osmanlı tarihçisi İsmail Hakkı Danişmend ile iktisatçı ve araştırmacı tarih yazarı Şevket Süreyya Aydemir’e göre Çanakkale^de 55 bin, Kurtuluş Savaşı’nda 48 bin.
E. Fuat TEKÇE, 22 Ekim 2013
__________________________
Ey Türk, Titre ve Kendine Dön! -II
Dünyada bir eşi benzeri daha yok! Hun Türkleri’nin hükümdarı Mete Han’dan bu yana 2247 yıllık şanlı bir tarihe sahip Türk ordusunun aralarında şimdikinden bir önceki genel kurmay başkanı dahil general ve amiraller de bulunan emekli ve muvazzaf subayları Hadımköy, Hasdal, Maltepe, Mamak, Silivri ve Sincan cezaevlerinde hapis! Hem de genç bir gazetecinin savcılığa verdiği kaynağı şüpheli bir bavul dolusu sözde belge ile ne idüğü belirsiz çakma haham ve kaçak Yılmaz Güney’in daha geçenlerde inkâr ettiği ifadeleri, 2003 yılındaki bir plan tatbikatı içeriğinden olmak üzere güya gizlice planlanmış sözde bir askerî darbe hakkında tam dört yıl sonra, Microsoft firmasınnı 2007 sürümüyle güya 2003 yılında kaydedilmiş CD’letin kuşkulu içeriği, hüküm giymiş PKK’lı gizli tanıkların güvenilmeye layık olmayan beyanları ve benzeri gibi kanıtlanamamış daha bir sıra mantık dışı suçlamalarla! Üstelik duruşmalardaki sayısız hukuk ihlâline ilaveten kimi sanık da yeterince dinlenmediği gibi kiminin dinlenme talebi de reddedildi. Bu ise düpedüz yasal hakkın gaspıdır!
Unutmadık, Amerikan askerleri 4 Temmuz 2003 tarihinde Süleymaniye’deki Türk özel kuvvetine mensup onbir askerlerimiz başına çuval geçirmiş ve onları kelepçeleyip derdest etmişlerdi. Ama buna rağmen PKK ile mücadelede toprağa düşmüş şehitlerimizi “kelle” olmakla nitelendiren Başbakan Erdoğan İrak’taki “Kahraman genç kadın ve erkek Amerikan askerlerinin, olabilecek en az kayıpla evlerine dönmeleri için dua ediyorum” diyebildi!
Çuval olayının hemen ardından da, ağırlıkla ABD’nin çıkarını gözeten 22 Eylül 2003 tarihli, zamanın Başbakanı Abdullah Gül ile Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powell arasında imzalanmış, iki sahife ve dokuz maddelik gizli Dubai antlaşmasıyla Washington önce TSK’nın sınır ötesi harekât konusunda elini kolunu bağladı. O kadar ki PKK’ya Türk sınırları dışında müdahale ya da onu takip etmek münhasıran ABD’nin insaf ve müsaadesine kalıyordu.
Aynı yıl bir yandan ABD Dışışleri yetkilileri ile PKK Başkanlık Konseyi, öbür yandan da ABD subayları ile PKK arasında düzenli görüşmeler yapıldığı saptandı. Yetmedi, fiili atış bölümü bulunmayan, 5 şehit subayımız ile 18 de yaralı askerimize mal olmuş “Kararlılık Gösterisi – 92” adlı NATO deniz tatbikatında Muavenet muhribimizin USS Saratoga uçak gemisinden atılan roketle güya kazaen ama gerçekte bile bile vurulmasından tutun da PKK teröristlerine helikopterle havadan erzak yardımı yapan Çekiç Güç’e varıncaya kadar dost(?) ve müttefikimiz (?), sözde stratejik ortak(?!) ABD’nin Türkiye’ye karşı çevirdiği dolaplar saymakla bitmez. Yeter ki ABD Yakın ve Orta Doğu’ya egemen olmak hedefine bir adım daha yaklaşsın.
Hep böyle olmuştur zaten. İşine yaradığımız için Kore’de bizden iyisi yoktu! Ama taraf olduğumuz Zürih ve Londra Antlaşmaları’na dayanarak Kıbrıs!a çıkartma yapınca da hemen silah ambardosu!
Günümüzde ise, kaç zamandır dertleri Türkiye’nin bölgesinde güçlenmemesidir. Çünkü TSK, Erdoğan’ın eş başkankanlık unvanıyla görmemişler gibi kabarıp övündüğü, tüm İslam dünyası ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını da değiştirip doğu ve güneydoğu Anadolu’da birer Ermeni ve Kürt devleti kurulmasını öngören emperyalist BOP projesine, alt dosyalarından biri olan I. Körfez Savaşı’ndan beri şiddetle karşı çıkagelmiştir. Bu nedenle ABD o zamandan beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’deki yapı taşlarından Kemalizm ve laikliğin bir şekilde ortadan kaldırılmasını istiyordu. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Robert Pearson dosrluk ve müttefikliğe sığmayan yukarıdaki garip olayların cereyan ettiği yine 2003 yılında Washington’a şifreli bir rapor göndererek TSK’da laiklik ilkesini savunan bütün Kemalist general ve amirallerin ayrıntılı bir listesini verdi.
Tuhaf değil mi? Söz konusu listede adı geçen bütün subaylar 2008 yılından bu yana Balyoz ve Ergenekon davalarından tutuklulu bulunuyorlar. Her hâlde bir rastlantı olamaz! Bunu anlamamak için aptaldan öteye zihin özürlüsü olmak lazım. TSK, bir yanda AKP’nin ve dolayısıyla da Erdoğan’ın, öbür yanda da ABD’nin BOP ile Orta Doğu’da gözettiği çıkarların kesiştiği noktadır. Hazır eline geçmişken iktidarı kaybetmek istemeyen güç aşığı Erdoğan, gerici eylemlerin odak noktası olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından saptanmış AKP iktidarına karşı TSK’nın darbe yapmasından korkmuş, ABD ise BOP’un önünü kesebilecek TSK’dan kurtulmak istemiştir. Bu nedenle de darbe bu kez TSK’dan değil, TSK’ya karşı AKP iktidarı ile ABD ikilisinden gelmiştir.
TSK dahil, ülkede hiç kimse aslında darbe istemiyor. TSK’nın yegâne arzusu din kutsalının iktidar uğrunda siyâsete alet edimemesidir. Çünkü çağımızda din yolundan kalkınmış bir İslam devleti olmadığı gibi aydınlamada Batı’nın gerisinde kalmış İslam dünyası da ikiyüz yıldır emperyalizmin oyuncağı olmaktan kurtulamamıştır.
Gerçek böyle iken din ne yazık ki bizde 1950’den beri siyasete alet edilegelmiştir. Demokrat Parti’ye (DP) gösterilen ilgi karşısında endişelenen CHP hükûmeti Cumhuriyet tarihinde ilk kez ödün vermeye başlamış ve 1949 yılında ilkokul ders programlarına seçmelik din dersleri konulduğu gibi aynı yıl önce on aylık daha sonra da iki yıllık İmam Hatip Kursları açılmıştır. Rahmetli Menderes’i “ezanda eski hâle dönüleceği” propagandası iktidara getirmiş, CHP’nin sessiz onayı ile seçimlerden yalnızca 32 gün sonra Arapça ezan yasağı kaldırılmıştır. 1950’den sonra gelmiş geçmiş bütün siyasi pariler din kutsalını kullanmışlar, gericiğin sağcı ve orta sağ hükümetler döneminde Ticanilik, Nakşibendilik, Süleymancılık, Nurculuk ve son yıllarda da F tipi cemaatçılık ile alıp yürüdüğü görülür. Hele de son on yıldır, AKP iktidarında!
Peki ama ne yapmalı da kişinin sorunu olan din din olmalı, dünya işi siyaset de siyaset?
Soruyu önceki yazılarımdan birinde kısaca aktardığım bir anımla bu kez daha uzunca yanıtlayacağım.
Yıl: 1989! Ülke: Demokratik Alman Cumhuriyeti. Kent: Leipzig. Yer: 800 yıllık Nikolai Kilisesi. Bir pazartesiye rastlayan 4 Eylül akşam ayininin sonunda 5-6 yüz kişilik kilise
cemaatinin iki papazı „kardeşlerim“ dediler, „bu böyle olmaz, durum daha da böyle devam edemez. Insanlar eşit yaratılmış ve özgür doğmuşlardır. Milletini sevenler, sessizce arkamızdan gelsinler.“ Cemaat anlamıştı.
Akşam rüzgarında alevi titreşen ellerindeki mumlarla papazlar önde, cemaat arkalarında, dışarı çıkıp sessizce yürümeye başladılar. Sessizlik silahları idi. O beş, altı yüz kişi kısa zamanda beş bin oldu, on bin oldu, derken yüz binden fazla! Yürüye yürüye Emniyet Müdürlüğü’nün önüne geldiler. Ne yapacağını bilemeyen polis şaşkın, insan kalabalığına öylece bakakaldı. Müdürlük ile Doğu Berlin’deki İçişleri Bakanlığı arasında o güne kadar görülmemiş yoğunlukta bir telefon trafiği yaşanıyordu. Belli ki “höt!” deyince halkı korkutmaya alışmış Berlin de hiç beklemediği bu olay karşısında şaşkın, ne yapacağını bilmiyordu.
Geceleyin yürüyüşün Dresden’e de sıçradığı haberi geldi. Derken Halle, Magdeburg ve Plauen! Doğu Almanya’da 17 milyon insan uyumuyor, ayaklanmıştı. Ama şiddete baş vurmadan, sessizce! Sabah olduğunda gökyüzü “Biz halkız, halk biziz!” sloganıyla çınlıyordu. Yürüyüş yapılan her kente, her yere yayıldı. Dünya televizyoları Doğa Almanya’ya kilitlenmişlerdi. Bir kadın Berlin duvarı önünde tepeden tırnağa silahlanmış polis kordonuna yaklaşarak elleriyle bir polisin göğsüne vuruyor ve hüngür hüngür ağlayarak bağırıyordu: “Yeter, yeter artık. Siz de insan değil misiniz? Allah’ınız yok mu sizin? 28 yıldır şu duvarın üç beş sokak ötesindeki aile efradımı görmeden öleceğim.” Ve kadın birden yere yığıldı, bayılmıştı. Galeyana gelen halktan birkaç kişi onu sırtlayıp oradan uzaklaştırırken, bazı polislerin ellerindeki kalaşnikofları yere bırakıp halkın arasına karıştığı görüldü. Ne asker ne de polis, komutanları ve amirleriyle beraber ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
İki ay süreyle her gün yapılmaya başlanan gösteriler Karl-Marx Stadt’a, Arnstadt, Rosrock, Postdam ve Schwerin’e yayıldı. Halk 40 yıl sonra sanki yeniden erginliğine kavuşmuş, ülkedeki politik koşulları protesto ediyor; demokratik, barışçıl yeni bir düzen ile komunist rejimin bitmesini istiyordu. Şaşkın hükumet ortalığı sakinleştirmek için 9 Kasım günü Demokratik Alman Cumhuriyeti vatandaşlarının yurt dışımna seyahat edebilecekleri kararını açıkladı. Doğu Berlin’de halk anında binler, onbinlerle “Utanç Duvarı”’na yürüdü. Asker ve polis birlikleri heyecanlı, mahşerî kalabalık karşısında adetâ ortadan silinmişlerdi. Barikatları aralayarak Batı Berlin’e geçiş yollarını açtılar. Yüzlerce insan birbirlerinin sırtına çıkarak duvara tırmandı, binlercesi Batı Berlin’e akıyordu.
Bir kilisenin iki papazı ile bir avuç cemaati, kölelerinin Roma’ya karşı başlattıkları, lejyonlar karşısında başarısızlığa uğramış Spartakus isyanından bu yana görülmemiş bir halk ayaklanmasıyla Sovyet sisteminden çok daha beter Doğu Berlin’deki acımasız komunist rejimi yıkmış, Doğu Bloku’nun çökmesine ön ayak olmuştu.
Olayları Batı Berlin’den izlediğim o günlerde “şu Almanlar” demiştim kendi kendime, “iki büyük savaş kabettiler. iki kez yerle bir oldular. Yarısı 40 yıl dünyanın en şedit komunist rejiminde yaşadı ama demek ki hala daha millet olmak hasiyetine ve vasfına sahiplermiş. Aşk olsun doğrusu bu insanlara!”
Bu günümüz için “ya biz?” diye sormak caiz değil mi?
E. Fuat TEKÇE, 22 Ekim 2013
__________________________
Namık KEMAL:
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?”
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.”
__________________________
Kaynak: http://www.guncelmeydan.com/pano/ey-turk-titre-ve-kendine-don-i-ii-e-fuat-tekce-t35878.html#p158033
You must be logged in to post a comment.